Doğar doğmaz yetişkin hayatın bir parçası olan çocuklar, gelişim süreci çerisinde sosyal çevreyle ilgili etkileşim içerisindedirler. Yani sürekli gelişim içerisindeki çocuk anne-babası üzerinden yetişkin dünyasının yaptırımlarını, yasalarını ve kurallarını öğrenmeye başlar. Anne-baba ve sosyal çevre ise çocukları kendi dünyalarından kopararak boyun eğen bireyler haline dönüştürmek için büyük çaba gösterirler(!)
Çocuklar olağan üstü gözlemcilerdir. Sosyal çevrede gözlemledikleri olayları aile ve sosyal yaşam içerisinde şekillendirerek oyuna dönüştürüp sergilerler. Bir diğer söyleyişle çocukların doğaçlama oluşturdukları bu oyunlar aslında o coğrafya sosyolojisinin bir parçasıdır.
Çocukluğumda oynadığım bir oyunun tekerlemeleri yukarda anlatmaya çalıştığım sosyolojik olgunun en güzel örneklerinden biridir.
Karşılıklı iki gurup arasında oynanan bu oyun, ellerini yukarı kaldırarak bir giriş (geçit ya da kapı- saray kapısı, kale kapısı) haline getiren iki kişinin arasından geçmeye çalışan (ya da girmeye) tek sıra halinde dizili (kervan) çocukların sözleriyle başlar.
Aç kapıyı bezirgânbaşı.
Geçit yerini ya da kapıyı ellerinde tutanlar cevap verir;
Kapı hakkı ne verirsin?
Kapıdan içeri girmeye çalışanların vermiş oldukları cevap ise sosyal çevre ya da coğrafyaya göre değişir.
Arkamdaki yadigâr olsun.
Ve ya;
Arkamdaki toklu (bir yaşındaki erkek koyun) yadigâr olsun.
Oyunun ana karakterlerinden bir bezirgânbaşıdır. Bezirgân kelimesi Farsçadan gelmektedir. Ticaretle uğraşan anlamına gelir. Sonraları ticaretle uğraşanlara tüccar, tacir, uzun mesafe ticaret yapanlara ise bezirgân denmiştir. Bezirgânbaşı ise Osmanlı’da Harem-ül hümayun ’un bir mensubudur ve padişahın tülbent, bez, çuha gibi ihtiyaçlarını karşılar. Yeniçeri Ocağında da ocak ihtiyaçları bezirgânbaşı tarafından karşılanıyordu. Kazançlı bir iş olması hesabıyla kısa zamanda Hristiyan ve Musevilerin eline geçerek babadan oğula geçen bir meslek haline gelmiştir. Saraya yapılan ticarette bezirgânbaşının söz sahibi olması, alışverişi hediyelikten haraca, haraçtan ise rüşvete dönüştürmüştür. O dönemlerde yönetim tarafından zaman zaman ‘bezirgânbaşılığın’ kaldırılmasının sebebi rüşvet ve haraçtır.
Tekrar çocukların oyununa döndüğümüzde ticaret kervanının saraya girmek için bezirgânbaşına nasıl yalvardığını ve ona hediye(!) vermek için nasıl çaba sarfettiğini görebiliriz.
Aç kapıyı bezirgânbaşı.
Saray ticaretindeki söz sahibi bezirgânbaşının ise nazik talebi yine çocuklar tarafından uygun bir şekilde dile getirilir.
Kapı hakkı ne verirsin?
Artık verilecek rüşvet ticaretin boyutuna göre değişecektir.
‘Arkamdaki toklu yadigar olsun’ dan başlayıp,‘Arkamdaki yadigar olsun’ a kadar varan bir pazarlık ortaya çıkacaktır. ‘arkamdaki’ sıfatının karşılığı muhtemelen güzel bir cariyedir.
Oyunun devamında iki guruba ayrılan çocukların karşılıklı mücadeleleri söz konusudur. Bu da hediyelik(!) konusunda anlaşamayan ticaret erbaplarının kavgalarını temsil etmektedir. Oyunun Türkiye coğrafyasının çok geniş bir alanında biliniyor olması, bir başka deyişle oyunun Anadolu’da çok yaygın olarak oynanması, aynı zamanda o dönemdeki rüşvet- irtikâp ve haraç suçunun boyutunu da ortaya koymaktadır.
Çukurova sosyolojisinde (toklu) koyun bir rüşvet birimidir. Karşılıksız menfaat sağlamada bir ölçüdür. Eskilerde köye gelen memura koyun kesmek, işini kolaylaştıracak makama koyun yollamak adeta bir ritüel haline gelmiştir. Daha yakın tarihe kadar bu coğrafyada insanlar kamudaki kendi işleri için ağaları önlerine almadan devlet makamına gidemezlerdi. Zamanımızda kullanılan ‘’mahkemedeki dayı’’ profilinin kökü buradan gelmektedir. Çukurova’nın tarihsel geçmişine baktığımızda bölgede neolitik dönemden bu yana insan sosyolojisinin izlerine rastlamaktayız. Coğrafyanın sıcak iklimi ve bereketli toprakları insanları cezbetmiş, sonucunda da bu topraklar üzerinde bir sahiplenme mücadelesinin başlamasına sebep olmuştur. Çukurova’da yaşayanlarla egemen güçler arasında tarihin her safhasında başkaldırılar ve savaşlar gerçekleşmiştir. Bu topraklarda yaşamak isteyenler ya başkaldırmış ya da egemen güçlere itaat etmek zorunda kalmıştır. Hititler döneminden bu yana ‘kanun tanımaz’ sosyolojileri ile ilgili bilgilerine ulaştığımız bu halk, Asur’dan Roma dönemine kadar, Persleri ve Helenistik dönemi de içine alan çağlarda bile otonom bir görünüm arz eder. Çukurova coğrafyası Roma’dan sonra Bizans döneminde de huzursuz bir bölge olma özelliğini sürdürür. Göksun’a sürülen Johannes Chrystodomos, mektuplarında kenti ve yöresini emniyetsiz ve ıssız bir yer olarak bahseder.
Osmanlılar döneminde Celali isyanlarının çıkış noktalarından biri Göksun ve dolayları olmuştur. Celali isyanlarını sona erdiren savaşlardan biri Kuyucu Murat Paşa tarafından Göksun da kazanılmış, yine bu muharebelerin geçtiği Bağdaş, Mazgaç ve Meryemçil geçitlerinin çok önemli noktalar olduğu ortaya çıkmıştır.
Yavuz Sultan Selim 1514 Çaldıran savaşının ardından Osmanlıyı ‘’sırtından vurduğunu’’ iddia ederek dedesi Dulkadirli Hükümdarı Alaüddevle Bozkurt Bey’in üzerine yürümüş ve Dulkadirli Beyliğini sona erdirmiştir. Bu savaşlar yine aynı bölgede Çukurova’nın yaylalıkları, Göksun ve Andırın yöresinde cereyan etmiştir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde aynı coğrafyanın bir bölümü, Çukurova’daki ağaların desteklediği eşkıyaların barınak noktası olmuş, yörede yaşayan halka ve zaman zamanda güvenlik güçlerine zarar veren eşkıyaların birçoğu Tırmıl Höyük’te askerlerce kurşuna dizilerek cezalandırılmışlardır.
Tüm bu bilgiler ışığında, bölge insanının yaşam mücadelesinin zorluklarla geçtiğini söylemek iddialı bir cümle sayılmaz. Çukurova’da itaat ederek yaşamayı tercih edenler önce yönetenlerin vergileriyle karşılaşmış daha sonra ise bu yönetimin uzantısı olan temsilcilerinin baç, haraç, rüşvet ve irtikâp uygulamalarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Yörede söylenen ‘’Bizim elde rüşvet bol olur, adına hediyelik derler’’ sözünün temeli bu gerçeklere dayanmaktadır. Rüşvet vermek zorunda kalanların toplumdaki acizliklerini örtmek amacıyla rüşveti hediyeye dönüştürme çabaları da bir Çukurova gerçeğidir. Çukurova’nın tarihsel süreci içerisinde feodal- egemen güçler, derebeyi, han, paşa gibi sıfatlarını cumhuriyetin başlarında ağalığa dönüştürerek sürdürebilmişlerdir. Çocukların olağanüstü gözlemleri bu sosyolojik realiteyi oyuna dönüştürerek zamanımıza kadar taşımıştır.
YORUMLAR