Sadece masal dünyasında dolaştığını hissettiren tarihi binaları, ışıltılı Eyfel (Eiffel) kulesi, sanat dolu müzeleri değildi cezbeden tabii Paris’in.
Yaşam tarzı, hayat felsefesiydi aynı zamanda, farklı olan ne idi, hayatı güzel kılan sistemi nasıldı, gezgin ruhum bunları da bilmek isterdi. Hayatın anlamı nedir onlar için, neye önem verirler, ne düşünür, nasıl yaşar, ne yer, ne içer, hayatın tadını nasıl çıkarırlar. Günün sonunda benim cebimde neler olur, ben ne katarım kendime keyfim dışında.
Bir defa burada lüks yoktu, pahalı perdeler, pahalı mobilyalar, son model sıfır arabalar, yeni çıkan pahalı telefonlar, dev ekran televizyonlar. Küçücük evler, minimalist düzen, sade, ihtiyaca yönelik eşyalardı evlerindeki. Ev bütünüyle onlara hizmet ediyordu onlar eve değil. Evler doldurulmuyor, yiyecekler bile günlük veya haftalık alınıyordu.
Bastille oldukça zengin bir muhitti, orada yaşayan bir Türk arkadaşım anlatıyor, çoğunun elindeki akıllı telefon bile değil, iPhone’lar yok, yedisi geldi, sekizi, yok onikisi, onüçü çıktı derdi yok, en ekonomik olanı var. Bu tarz istekleri yok, işlevsellik var. Ben de ellerinde telefon bile görmedim, cafelerde önlerinde kahve ve içecekleri gülüşlerdelerdi, bağımlılıkları da yok zaten ne televizyona ne telefona. Bizde çocukların elinde bile son modeli, aman benim çocuğum geri kalmasın mantığı varken ve her odada da bir televizyon.
“Siz çok lüks yaşıyorsunuz” olmuştu ilk cümlesi Fransız arkadaşımın ziyaret edince ülkemizi, evlerimizi. Bu sadece görünen kısmı idi aslında, bilse ki bir ev, bir ev daha, o da yetmez, yok yazlık, yok dağ evi... Biz ömrümüzü böyle harcarken onlar yaşamaya, deneyimlemeye, anı biriktirmeye, farklı kültürleri tanımaya harcıyordu ömrünü de, parasını da.
Sokakta yürürken gördüm çamaşırhaneler, hani bazı yabancı filmlerde görürüz, orada yıkayıp evlerine götürürler. Evlerin çoğunda çamaşır, bulaşık makinası da yok. Fakir oldukları için değil minimalist yaşayıp o parayı hayatı yaşamaya, pozitif duygulara, dünyayı keşfetmeye ayırdıkları için.
Böyle bakınca Avrupalılar bizden çok altta yaşıyor gibi görünüyor değil mi? Ama hayatlarının sadeliğiyle zihinsel olarak ne kadar rahatladıklarını, hayat kalitesinin yüksek olduğunu, kendilerine, hobilerine ve sevdiklerine nasıl alan açtıklarını gözlemledim.
Sadelik dedimse, masalarında kırmızı bir örtü, üzerinde kalpler, ışığı titreşen bir mum, evlerinde çiçekler yok sanmayın, her şey sade ama zarif. Ailenin sık sık güle oynaya biraraya geldiği “Cheers” saatleri var, neşeli mi neşeli.
Sorumsuz, lüzumsuz harcama yok, biriktiriyor, onunla da anı yaşıyorlardı. En fakiri bile aylığından tatili için üç beş atıyor bir kenara, tatilinde de lüksü aramıyordu. Yıllardır Fransa’da yaşayan Suna anlattı, Fransız bir komşusu internetten çadırda yaşayan yaylacıları bulmuş, onlarla tatil yapmak istemiş. Dört tane yorganın üçüyle ona yatak yapmışlar, yepyeni duygular deneyimleyerek mutlu dönmüş. Garsonu da, doktoru da, mühendisi de bu kafada, lüks yok, keşfetme ruhu var.
Neyi zirvede yaşıyorlar biliyor musunuz ? Kendilerini, kişi kendini önemsiyor, sporunu önemsiyor, tatilini önemsiyor. O mutluysa çevresindekiler mutlu.
Birde kadın önemli burada, eşit hatta önde, kadın kendini önemsiyor, evdeki her işi kadın erkek paylaşıyorlar. Hatta erkek bulaşık yıkıyor, ütü yapıyor, mutfakta da eşiyle birlikte, ama keyif anları da birlikte; gezme de, tozma da, yüzme de, bisiklete binme de, ay ışığında şarap içme de.
Hayat gerçek anlamda paylaşılıyor burada, birlikte anlamlı kılınıyordu. Albüm albüm anı toplamışlardı, eskiden bizim evlerimizde de albüm olurdu ya, gerçi o da kalmadı şimdi.
Burada bireysel kredi kullanma alışkanlığı da yoktu, en fazla ev almak için kredi kullanılıyorlar. Bir, bilemedin iki tane kredi kartları var. Hal böyle olunca bunun negatifliğini de taşımıyorlar üzerlerinde, borç kelimesi bile olumsuz değil mi? Para ile ilgili bir atölyeye katılmıştım, paran ile kredi kartını aynı cüzdana koyma diyordu.
Yani negatif duyguları daha az, pozitif duyguları daha çok deneyimliyorlar.
Bir aktivite yapmanın, bir deneyim yaşamanın maddi birşeye sahip olmaktan çok daha önemli olduğunu, çok daha fazla mutluluk getirdiğini keşfetmişler bir kere. Hatta evlerinde çeşit çeşit oyunlar oynuyorlar, bizdeki yılbaşı tombalası gibi heyecanla.
Bireyselliğin ön planda olduğu doğru, ama kendisini yaşayan insan mutlu, o zaman bulaştırabiliyor mutluluğunu etrafına. Çok yaşlı kadınlar gördüm, belinden yere doğru eğilmişti neredeyse, yani beli bükülmüştü, ama çektiği pazar arabasıyla ihtiyaçlarını görmüş gidiyordu evine. Tertemiz giyinmiş rujunu sürmüş, her işini kendi gören ama sevdikleriyle de eğlenebilen yaşlılarla dolu burası ve ayaklarının üzerinde durabilen gençlerle.
Kendi sorumluluğunu taşıyan bireyler ve bu mantıkla yetiştirilen çocuklar. Tam bunu düşünürken, olacak ya, çok sevdiğim Prof. Dr. Üstün Dökmen’e rastladım bir programda “Efendim havaalanında batılı bir çocuk görüyorsunuz en fazla dört yaşında, sırtında el kadar bir çanta, elinde çektiği valizi, kafa önde, özgüvenli. Karşıdan bir Türk aile geliyor, kadın koca valizi zorla çekiyor, adamın eli kolu dolu, çocuk kucakta. Evin tek çocuğuydum, annem bana da hiç birşey yaptırmadı, hep korumacı, baban yapar sen bırak, ben evde hiçbir şey yapamam, lamba değiştiremem, musluk onaramam” diye anlatıyordu. Cuk diye oturdu anlatmak istediğim konuya, teşekkürler sayın Dökmen.
Bizde anne baba bir yana, ardında elinde kaşık çocuğun ağzına yemek vermek için ardında dolaşan anneanne, babaanneler, diğer tarafta üç yaşından itibaren yatağını düzeltme dahil her işini kendi yapması için yönlendirilen çocuklar. Orada çocuklar üç yaşında başlıyormuş anaokuluna, o yaşlarda götürülüyormuş tek başlarına grupça gezilere. Her insan, bir birey olduğunun bilinciyle, sorumluluk olgusuyla yetiştiriliyor. Ailesinin maddi durumu iyi olsa da garsonluk yapıyor, gerekirse pazarda portakal satarak yaşamını idame ettiriyor. O nedenle ki özgüveni, özsaygısı yüksek. Bizdeyse her tarafta hala çocuk olan yetişkinler.
Çocuklar anne baba sorumluluğu, anne babalar çocuğun sorumluluğunu taşıyıp dururken hayatlar heba ediliyor. Yanlış anlaşılmasın, saygı, sevgi ve birliktelikten yoksunluk değil anlatmak istediğim. Tabii birbirimize destek olmamız, birbirimizi düşünmemiz güzel, birlikte olmamız güzel, güzel de ama bir de bir ben var biryerlerde.
Hayatı ertelemiş, hep biriktirmiş, ev biriktirmiş, eşya biriktirmiş, araba biriktirmiş, tarla biriktirmiş, para biriktirmiş ama yaşamamış gezip görmemiş, yeni yerler keşfetmemiş, yeni duygular deneyimlememiş, anı biriktirememiş, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmışlık.
Oradaki düzeni de atlamayayım; karmaşa yaşanmıyor, kurallar var ve herkes uyuyor, ülkeye yerleşen herkes en fazla bir haftada öğreniyormuş. Doğayı korumaya özen var, dönüşüme gidecek çöpler ayrıştırılıyor evlerde bile, plastik şişede su ayıplanıyor.
Öyle güzel bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bir kurabilsek dengeyi, sistemli olabilsek.
Bizi seviyorum, ülkemi seviyorum ama örneklerin iyilerini de görmeyi, almayı seçiyorum.
Benim evim küçük sayılır ama Paris’ten döndükten sonra öyle bir büyüdü ki yürü yürü bitmiyor, küçücük mutfağım bile genişledi.
Yine izlenimlerim işte! Gez Belma gez, daha çok gez, daha çok gör, daha çok yaz.
Yıl 2000, otuz ülke gezmiş ne ev ne de para biriktirmiştim, ama bir arabam vardı, o anda ne oldu dersiniz, uzun hikaye anlatırım bir ara.
Gülücüklerinizle aydınlansın gönlünüz, haftaya görüşene dek sevgiyle kalın.
YORUMLAR