Göcek Yayla Göçü ve Nazım Hikmet
Göcek Gürsu Pırnaz Yörük Göçü bitmişti ama sihri hep devam ediyor.
İşaretlerin en görkemlisi, en ihtişamlısı o sabaha saklanmıştı aslında. Bunu eve gelip fotoğraflara bakarken farkedecektim şaşkınlıkla.
Karanfilli’de seher vakti, yeni bir güne uyanmıştık, kuşlar cıvıldaşıp birbirlerine laf yetiştirirken, cırcır böcekleri de yaz bitecek telaşıyla durmaksızın saz çalarken. Dışarıdan çadırlarını toplayan arkadaşlarımın sesleri geliyordu kulağıma. Zaten çadır dediğin nedir ki, kıpırdasan duyuluyordu yan çadırdan. O gece inlediğimi söyledi arkadaşlar, sabah beni ayakta görünce. Güvende hissetmiştim ama kendimi, rahatsızlığım artsa hemen yardımıma koşacak yüreklerle çevriliydim çünkü. Bir tarafta Şerif Hocanın, diğer tarafta İsmet Beyin, çaprazımda ise Tamer’in çadırları vardı. Zaten Nurettin Bey ve Esen Hanım gibi iki değerli doktorumuz da bizimle idi, hem de ikisi de profesör...
Grubu bekletmemek adına ben de hemen kalkıp giyindim, bu arada kendimi kontrol ediyordum, doğrulabilecek miyim, yürüyebilecek miyim diye. Büyük bir kararsızlık içinde, kaşımın birini havaya doğru kaldırmış, acaba göçü yarım bırakıp, her sabah Fethiye’ye dönen Mehmet Bey ile dönsem mi, diye düşünerek. İsmet beyin yardımıyla çadırımı toplamış, giysilerimi koyduğum sırt çantamı kamyona teslim etmiştim.
O ulu çınarın altına hazırlanmıştı, iki uzun masada kahvaltımız. Bende bir parça ekmeğin içerisine yatırdım beyaz peyniri, yanına da aldım domates biberi, ayaküstü yapmıştık kahvaltımızı. Kahvaltı sonrası kuvvetli bir ağrı kesici almayı da ihmal etmemiştim. Çay yapmaya vakit bile yoktu, sıcak basmadan yola çıkmak için acele ediyorduk.
Eşyalar bizimle birlikte hareket eden kamyonete yerleştirilirken, bir gün önce pek de konuşma imkanım olmayan Nurettin Bey ile fotoğraf çektirdim. Gazeteci arkadaşıma gönderecektim. Nurettin Bey de çok yakınımızda olan o çınarın yanına götürdü beni, burada çekilelim diyerek, Esen Hanım da çekti bu fotoğrafımızı.
Çınar ağacının sağına Nurettin Bey, soluna ben geçmiştim. Ağacın çatlak kabuklarıyla çeşitli şekiller almış, kalın kahverengimsi gövdesinde bir de levha vardı. Levhanın üzerinde kocaman harflerle “NAZIM HİKMET ÇINARI” yazıyordu.
Hikaye burada başlamış meğerse.. O anda Nurettin Bey benim yazdığımdan, ben de Göcek gazetesinden habersizdim. Bugün bu sihirli köşemden, Göcek gazetesinden sesleneceğimi bu bilge ağaç büyük ustayla birlikte haber vermiş bana daha ilk an’dan...
Herşeyin bir mesajı, bir anlamı vardı ve de sebebi.
Sihir bu; hesapla değil kalple, yürekle işliyordu.
Herşey “yolda” idi. Bu seyahatteki fotograf ve videolarımı topladığım albümü en baştan “Yolda.. ” diye adlandırmam da boşuna değildi sanırım... Büyük usta Yahya Kemal’in “Yolda” kitabı dün izlediğim bir videoda çıkınca karşıma, bu da ne güzel bir tesadüf böyle diye geçirdim içimden...
Karanfilli’de yaşadığım talihsizlikten dolayı etrafı keşfedememiş, belki de talih bilinmez, hikayesini dinleyememiştim bu ağacın. Şerif hoca anlattı telefonda; “Karanfilli’deki tek çınar ağacı budur, yalnız başına durur orada. Tam dibinde kaynak suyu var, yoksa yaşamazdı, çınar sulu yeri sever, Kızıldere’yi gördün çağlayan derenin dört bir yanı çınar ağaçlarıyla çevrili idi. Hatırlıyorum, onüç-ondört yaşlarındaydım, bu çınar boyuma bile gelmiyordu, elli senede doğası dışında devasa büyüdü,” diye devam etti konuşmasına. “Küçük bir fidan iken üzerine bir deve basabilir, filizini bir tavşan, bir keçi yiyebilirdi. Çünkü yörüklerin yıllardır konakladığı yerdi Karanfilli.”
Biliyorsun Nazım Hikmet vasiyetinde;
“Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse,
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani...” demiş, diye devam etti konuşmasına.
Göç sırasında bu dağın başında tek başına duran çınara bizde “Nazım Hikmet Çınarı” dedik. Pirinçten bir levhaya ismini yazdırıp astık ağacın gövdesine, ama maalesef söktüler. Biz de her göç esnasında ismini yazıp tekrar tekrar asıyoruz dedi.
Nefesimi tutmuş dinliyordum telefonda Şerif Hocanın anlattıklarını. Bu büyük alanın tam da ortasında idi bu çınar, kollarını kocaman açmıştı, etrafındaki kiraz ağaçlarını, yeşillikleri, hayvanları, börtü böceği korurcasına.
Çok şanslıydı diyor Coşkun Aral anlatırken Nazım Hikmet’i... O da yine büyük bir usta olan Abidin Dino’dan dinlemiş bunları. Nazım Hikmet genç bir öğretmen iken 1921 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ü ziyaret ediyor Ankara’da. Atatürk genç şairlerin zaman zaman farklı konularla millet meselelerinden uzak kaldıklarından bahsediyor. Nazım cesur bir şekilde “Paşam ne tür konular” deyince, “Evet diyor millet meseleleri, önemli olan bunlar, hatta diyor örnek vereyim, Mayakovski gibi.” Birdenbire Nazım’ın kafasında şimşek çakıyor. Rusya’ya gitmeye karar veriyor, çünkü sosyalizme, sol hareketlere eğilimi olan bir genç. Batum’a gidiyor ve tanışıyor Mayakovski ile.
Bu büyük insanlar, onların hayatındaki dönüm noktaları ve karşılaşmalar... Henüz ondokuz yaşında genç bir şairsiniz, karşınızda Mustafa Kemal ve siz ondan şiirde bir yol ayrımını öğreniyorsunuz ve gezdiğiniz bir kent sizi o yol ayrımına sokuyor.
Yerel’den ulusala, ulusaldan evrensele inanılmaz bir geçiş, bütün bunlar, eğer değerlendirebiliyorsak hepimizin mutlaka hayatındaki bir yol ayrımında olabilir, diye son veriyor konuşmasına Coşkun Aral.
O sırada büyük usta Nazım Hikmet’in sesi geliyor taa uzaklardan :
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
Bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, Yok edin insanın insana kulluğunu,
Bu davet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine, Bu hasret bizim...
NAZIM HİKMET RAN
Torosların tepesinde, zirveye bir adım kala, ben de onunla karşılaşmaktan çok mutlu olmuştum... Sihir gibi...
Doğanın renklerine, ahengine, şarkılar söyleyen ritmine dalmış ruhum, bir mistik yolculukta... Yolda olan sadece bedenim değil ruhumdu, farkında hayatın sihrinin...
Zirveye, zirveye diyordu yüreğim, ama önce hayallerimdi yola çıkan...
“Bir hayale sahip olduğunuzda, onu yakalayın ve asla gitmesine izin vermeyin” diyor birçok Emmy ve Altın Küre ödülünün de sahibi, Amerikalı oyuncu ve yazar Carol Burnett.
Sene 1958, Nazım Hikmet Paris’tedir; devrimlerin ve karşı devrimlerin şehri Paris’te... Şiirlerinde bir sınıfın kavgası, kalbinde ise daha güzel, daha adil, daha eşit bir dünyanın umudunu taşımaktadır
“Paris’te coştu Nâzım ve coşturdu.” Yazıyordu okuduğum bir makalede. Paris’i teslim aldı: Şiirleriyle. Paris de zaten bunu bekliyordu ve bırakıverdi kendini şairin kollarına. Gülüm benim, Paris’im, iki gözüm sen de al beni kollarının arasına, al beni. Bu caddeler, bu kaldırımlar, bu sokak, meydan ve bulvarlar bizim. Louise Michel değil mi şu geçen? Maurice Thorez konuşmuyor mu bu gece “Université Nouvelle”de. Haydi çocuklar oraya evet evet hep beraber oraya gidiyoruz. Duclos da gelmiştir mutlaka. Marty de. Yoldaşlarla halaya durmak için tam zamanıdır. Haydi hep beraber.
Paris şehirlerin gülüdür. Şair, bu yüzden “gülüm” der ona, çünkü Paris Nazım’ın da gülüdür. 13 Mayıs 1958’de Paris’te bir şiirle seslenir ona;
“Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
Henüz vakit varken, gülüm,
Yüreğim dalındayken henüz,
Ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara Öpmeliyim ağzından
Sonra dönüp yüzümüzü Notrdam’a Çiçeğini seyretmeliyiz onun, Birden bana sarılmalısın, gülüm, Korkudan, hayretten, sevinçten
Ve de sessiz sessiz ağlamalısın, Yıldızlar da çiselemeli
İncecikten bir yağmurla karışarak.”
Ve nasıl bir sihir ki bu Göcek’ten Paris’e giden... Ben şimdi Paris’teyim.
Paris’i anlatacağım; aşkın, romantizmin, sanatın şehri Paris’i, yine kendi gönül penceremden…
YORUMLAR