Yumurtalık Aiegeai kenti ve tarihi...
Antik Aigeai kenti şimdiki Adana iline bağlı Yumurtalık ilçe merkezinde bulunmaktadır. Yunanca bir kelime olan Aigeai’nın keçi anlamına gelen ‘aiya’ kelimesinden türetildiği düşünülmektedir. Helenistik dönemde ismi Aigeai olan kente daha sonraları Aegeae denmiş. İtalyan tüccar ve denizciler ise Ajezzo, lajazzo demişlerdir. İslami dönemlerde Ayas adıyla anılan kentin batısında Mallos ve Magarsus, kuzeyinde ise Mopsouestia bulunmaktadır. Pyramos Nehri’nin doğusunda kalan Aigeai Davudi Dağlarının güneyinde yer almaktadır.
Antik dönem yazarlarından Pausanias, Tacitus ve Strabon eserlerinde Aigeai antik kentinden bahsetmişlerdir.
Agiai kentinin jeopolitik konumu nedeniyle İssos Körfezi’ni kontrol amacıyla kurulduğu düşünülmektedir. Seleukoslar döneminde Makedonyalı asker kolinelerince kurulmuş olduğu zannedilen Aigai kentinin bulunduğu yerin civarında o zamanlarda zaten irili ufaklı yerleşim yerleri bulunmaktaydı. İsmini Büyük İskender’in doğduğu kentten alan Aigeai kentinin İskender tarafından kurulduğunu iddia edenlerde olsa bu kanıtlanamamıştır. Ancak bu iddialar o döneme ait sikkelerde görülen Büyük İskender resminin yanındaki keçiboynuzlarına takılmış yanan meşale betimlemelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca Büyük İskender’in III. Darius’la İsos’ta yaptığı büyük savaşın gece saldırısında keçilerin boynuzuna meşaleler takarak düşmanı yanılttığı da aktarılmaktadır. Ayas adıyla da bilinen bu antik kent, Anadolu’yu Suriye ve Mezopotamya’ya bağlayan tarihi yol üzerinde olması nedeniyle, zamanla çok önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir.
Aigeai antik kentinin batısındaki Zeytinbeli kasabası civarında bulunan bir yazıtta Aigeai ile Kyndos Nehri kıyısındaki Tarsos’un bir uyum ve işbirliği anlaşması yaptığı yazmaktadır. Bu yazıt son derece düşündürücüdür. Çünkü ünlü tarihçi Strabon kitabında Aigeai’den bahsederken ‘’küçük bir balıkçı köyü’’ olarak anlatmaktadır. O zamanların gerek coğrafi konumu itibariyle gerekse önemli bir liman ve ticaret merkezi olması dolasıyla Tarsus’un köhne ‘’küçük bir balıkçı köyü’’ ile uyum ve işbirliği anlaşması yapması akla pek uygun gelmemektedir. Bu durumda Aigeai’nin şimdiki yerinin dışında, Misis ve Mallos yakınlarında bir yerde olduğu ve dağınık bir görünüm arz ettiği düşünülebilir.
Seleukoslar döneminin sonunda IV. Seleuokos’un ölümüyle başlayan ve tüm Akdeniz’i saran korsanlık faaliyetlerinin ortaya çıkmasıyla endişelenen Aigeai kenti yöneticileri korsanların kente saldırmalarını engellemek amacıyla Aigeai’inin kutsal ve dokunulmaz ‘hierakaiasylos’ olduğunu belirten sikkeler basmışlardır. İlerde daha geniş anlatacağımız Akdeniz’deki korsanlık faaliyetleri ve Roma ilişkisi sonucu Kilikya’nın doğu bölümü Romalılar tarafından Tarkondimotos adlı bir yerel krala bırakılmıştır. Bu dönemde Aigeai kenti küçük bir krallık yönetimindedir. Julius Sezar’ın Tarsos’a gelmesiyle birlikte Kilikya’nın sorunlarıyla ilgilenmiş, Aigeai’deki Tarkondimitos hâkimiyetini kaldırarak, kentin ayrıcalıklarını kabul eden ‘’özgür şehir’’ manasında civitas libera statüsü vermiştir.
Antonius’un Kleopatra’ya verdiği Kıbrıs, Suriye sahilleri ve dağlık Kilikya sahillerinin ortak özelliklerinden biri gemi yapımına uygun olan sedir ağaçlarına sahip olmalarıdır. Aigeai’nin bir ticari liman kenti olması sebebiyle kereste ticaretinin de merkezi konumunda olduğu söylenebilir. Çünkü o dönemlerde Lübnan’da Akdeniz kıyılarınada sedir ağaçları tamamen tüketilmiş durumdaydı. Torosların yüksek kesimlerindeki sedir ağaçları Pyramos Nehri’nin kolları vasıtasıyla Misis’e kadar indirilip kıyılardaki tersanelerde işleniyor veya limanlardan yüklenen gemilerle Mısır ve Roma’ya kadar götürülüyordu. Üstelik bu faaliyet çok daha önceden bu yana devam etmekteydi. (Yaklaşık M.Ö. 960-927)
‘’Hz. Davud’un oğlu Hz. Süleyman, Yeruşalim’de ( Kudüs) ibadetevi (Rabbin Evi) yaptırmak için Saydalı ve Surlu Fenikelilerden erz (sedir) ağacı satın alır. Fenikeli tüccarlar Çukurova ve Toroslardan aldıkları keresteleri ırmaklar yoluyla limanlara indirip oradan İbranilere götürürler. Hz. Süleyman, şimdiki “Ağlama Duvarı”nın bulunduğu yerdeki kutsal mekânı (Tanrı’nın Evi ) , Lübnan ve Çukurova Toroslarından sedir ağaçlarıyla yaptırmıştır. ( MÖ. Yaklaşık 960-927)
Prof. Dr. R. D. Barnett’in “Karatepe Hitit Hiyeroglifinin Anahtarı“ adlı makalesinde, Hz. Süleyman’ın Fenikeli denizci tüccarlar aracığıyla Kue Kilikyası (Çukurova) ile ticari ilişkiler kurduğunu, buradan Kudüs’e at, kereste, demir, gümüş, kurşun, bakır ve yiyecek gibi maddeler taşıttığını yazar.
İmparatorluk döneminde Osmanlıların da bu bölgeden Kâbe’nin imar ve inşası için kereste götürdükleri bilinmektedir. Demiryolu
Adana-Halep -Hama-Humus- Şam – Amman- Medine hattı
Adana-Antep- Nusaybin- Musul Bağdat hattı üzerine yerleştirildiği, enine konan travers ağaç tabanlıkların kerestesi Çukurova Toros’larından sağlanmıştır.
Ağaç, kereste ticaretini Finikeli – Rum- Cenevizli ve Venedikli tüccarlar yapardı.’’
Yunanistan, Meriç Samothareke (Semadirek) te ve Afrika kıyılarında ele geçen yazıtlarda Aigeai’den bahsedilmesi kentin o dönemde deniz ticaretinde çok önemli bir konumda olduğunu göstermektedir. Ayrıca İmparator Nero (M.S. 54-68) Aigeai ve Mallos’taki tersanelerde savaş gemileri yaptırdığı kaynaklarca belirtilmektedir. Aigeai kenti İmparatoru Nerva kendi adına sikke bastırmıştır. Bu sikkelerin arka yüzünde adalet ve dürüstlüğü temsilen elinde terazi tutmuş Dikaiosyane resmedilmiştir. Yine İmparator Nerva’nın bronz büstü balıkçılar tarafından denizden çıkarılmıştır. . Bu dönemde Asklepieion’da (hekim) olarak görev yapan Tyanalı Apollonios yaptığı başarılı tedaviler ile dünyaca ünlenmiş, insanlar onu görmek için Aigeai’ya akın etmiştir. Ayrıca sağlık tanrısı Askiepios tapınağının bu kentte bulunması, Aigea’nın dünyanın en önemli hastanelerinden birine sahip olmasına yol açmıştır. Tüm Akdeniz ülkelerinden tedavi olmak amacıyla kente gelen hastaların ve hasta yakınlarının barınma ve yemek ihtiyaçları, kent için önemli bir gelir kaynağı olmuştur
AİGAİA BİRİ DENİZDE BİRİ KARADA OLMAK ÜZERE İKİ KALEYE SAHİPTİ
Biri denizde, diğeri karada olmak üzere iki kaleye sahip olan Antik Ayas şehrinde; Cenevizlerin ve Venediklilerin kentte birer ticaret kolonisi oluşturmaları, kentin ticari yönden de çok daha önemli bir konuma gelmesine sebep olmuştur.
ASKLEPİOS KÜLTÜ
Tıp insanlık tarihi kadar eskidir. Tarihin ilk başlarında tedavi yaralanmalar ve kırıklarla ilgiliydi. Yani harici yaralarla, kırık çıkıklarla ilgileniyordu. Savaşta yaralanmalar, vücuda saplanan oklar, silahlar çeşitli yöntemlerle çıkarılıp oluşturduğu yaralar temizlenerek iyileşmesi sağlanırdı. Genelde yaralar toz haline getirilen ilaçlar serpilerek tedavi edilmeye çalışılırdı. Tıp tarihinin ilk yıllarında hekimlerin tanrılarla birlikte hastalığı tedavi ettiğine inanılırdı. İşte bu yüzden sağlık tanrılarına ait özel tapınaklar yapılmaya ve bu tapınaklar kutsanmaya başladı. Bir zaman sonra bu tapınaklar en ünlü yarı tanrı Asklepios’a adanarak Asklepion’lara dönüştü. Zamanımızın sanatoryumları gibi çalışan Asklepionlar Antik Batı Anadolu ve Yunan tıbbının en önemli yapılarıdır. Anadolu’nun batısında, Ege Adalarında ve Yunanistan’da 300 den fazla Asklepion olduğu bilinmektedir.
TIBBIN TANRISI ASKLEPİOS
Ünlü kral Flegyas zorbalığı ve zalimliği ile ünlü biriydi. Güzel kızı Koronis ise babasının aksine iyi yürekli, insanları seven biriydi. Babasının bu kötü huyundan dolayı pek evde durmaz kırlara çıkıp dolaşırdı. Zamanının çoğunu dağ bayır gezerek geçirirdi. Yine bir gün dağ bayır gezerken, ormanları ve doğayı çok seven Apollon’la karşılaştı. Apollon güzel Koronis’i görür görmez aşık oldu. Ona şiirlerin en güzellerini, ezgilerin en tatlı namelerini söyleyerek büyüledi. Bir birinden güzel beraberlikler yaşadılar. Bu beraberlik sonucu Koronis Apollon’dan hamile kaldı. Babasından çok korktuğu için bir süre hamileliğini gizledi. Sonra gizlice doğurduğu bebeği gidip bir dağ başına bıraktı. Bir süre sonra olayı öğrenen babası Flegyas çok öfkelendi. Gidip Apollon’un tapınağını yaktı. Apollon’da bu olaya sinirlenerek Flegyas’ı ölümünden sonra tanrı Hades’in Ölüler Ülkesinde çok uzun sürecek ağır bir cezaya çarptırdı.
Bu arada güzel Koronis in dağ başına bıraktığı bebeğe bir çobanın keçisi ve köpeği sahiplenip onu korumaya ve karnını doyurmaya başladılar. Keçi ona süt veriyor köpek ise koruyordu. Çoban ortalıkta görünmeyen keçisini ve köpeğini aramaya başladı. Günlerce aramadan sonra onları gözleri kamaştıran bir bebeğin yanında buldu. Bebeğin kutsal bir varlık olduğunun farkına varan çoban onun adını Asklepios koydu. Çobanın evine götürdüğü bebeğe peri kızları ve Atadam Heyron da bakmaya başladı. Heyron Asklepios’a hem avcılığı hem de doğal bitkilerle hastaları tedavi etmesini öğretti. Yılanların şehri sayılan Epidauros kentinde hastalara bakan Asklepios adına orada yaşayan halk birtapınak kurdu. Bu tapınak ayrıca hekimlik okulu olarak ta hizmet veriyordu. Bu tapınağı örnek alan çevre kentler de Asklepios adına tapınaklar kurmaya başladı. Bu kutsal tapınaklar hastalara şifa dağıtırken telkin eğlenceve kültüre bağlı yöntemler de uyguluyorlardı. Yine sağlık merkezindeki hastalara kaplıca, dağ havası gibi fiziksel iyileştirmelerde yapılıyordu. Anadoluya özgü bir özellik taşıyan bu tapınaklar o zamanlardan Selçuklu’lar, Osmanlılara kadar uzanacak ve benzeri sağlık merkezleri Anadolu’ya yayılacaktı.
Asklepios’den şifa uman umutsuz hastalar tapınağa gelir geceyi burada geçirirlerdi. Gece rüyalarına girecek Asklepios’un hastalıklarına iyi gelecek ilaçları söyleyeceklerini düşünürlerdi.
Bir rivayete göre ünlü Glaukos hastalanarak Asklepios’a tedavi için başvurur. Tanrı hekim bir türlü Glaukos’un derdine derman olacak ilacı bulamaz. Dağlarda ovalarda ünlü Glaukos’u iyileştirecek ilacı çiçek ve bitkilerde ararken karşısına kocaman bir yılan çıkar. Zaten yaşadığı Epidauros kenti zehirli yılanlarla dolu bir şehirdi. Asklepios yerden bir taş alarak vura vura yılanı öldürür. O sırada başka bir yılan ağzında bir tutam otla gelir ve otu ölü yılanın üzerine koyar. Yılan birden canlanır ve otu getiren yılanla birlikte oradan uzaklaşır. Olayı şaşkınlıkla izleyen Asklepios bu otu alarak Glaukos’u iyi eder. Tıp dünyasındaki yılan motifinin kökeni budur. Yarı tanrı Asklepios bununla da yetinmeyerek tanrı Athena’nın kendine verdiği Gorgo denilen canavarın kanıyla ölüleri bile diriltmeye başladı. Yer altı ve ölüler dünyasının korkunç ve sevimsiz Hades’i bu işten endişelenmeye başladı. Asklepios bu gidişle ölüme çare bulacak ve artık ölüler ülkesine kimseler gelemeyecekti. Hemen baş tanrı Zeus’a giderek durumu anlattı. Zeus Hades’in ağlayıp sızlanmalarına hak verdi. Çünkü biliyordu ki insan denen varlık ölümsüzlüğü ele geçirse kendine baş kaldırıp her şeye hakim olabilirdi. Olimpos aşağı bir yıldırım göndererek Asklepios’u yakıp kül etti.
Asklepios yaşamı boyunca yanından ayırmadığı ve bilgilerini aktardığı biricik kızı Higiyeya’yı insanlara armağan olarak bıraktı. Higiyeya adı temizlik anlamında tüm dillere geçerek dünyaya yayıldı. Türkçede bile kullandığımız hijye in kökü buradan gelmektedir.
Ünlü roma imparatoru Hadrianus’ın Tarsos’tan gelip kara yoluyla Antiocheia’ya giderken Aigeai’ya uğradığı bilinmektedir. Hıristiyanlığın güçlenmeye başladığı 3.Yüzyıl başlarında Roma’nın doğu seferleri yüzünden Kilikya’daki kentler ekonomik sıkıntılar yaşamıştır. Aigeai kenti ekonomilerine büyük kaynak sağlayan Asklepios kültüne bu dönem daha sıkı sarılmıştır. Hristiyanlığın gelmesine rağmen Aigeai kenti dini ve ticari öneminden dolayı Asklepios kültünden vazgeçmemiş, bu kült Hristiyanlık için büyük bir tehdit oluşturmuştur.
Kentte bulunduğu söylenen Asklepios Tapınağı’nın yeri belirlenmemiş olduğundan kuruluş tarihi ile ilgili bilgiyede ulaşılamamaktadır. Aigeai ile ticari faaliyetleri kolaylaştırmak amacıyla I. Valerianus Mopsouhestia’ya bir köprü yaptırmıştır. Kilikya’daki bu köprü Anadolu’da bilinen ilk roma köprüsüdür.
Perslerin Kilikya’yı yağmalamalarından Aigeai’de nasibini almış ve saldırıdan sonraki uzunca bir dönem Aigeai ile ilgili yazılı belgeye ulaşılamamıştır.
Hıristiyanlığın yaygınlaşmasının ardından Roma’nın ikiye ayrılmasıyla Kilikya Doğu Roma İmparatorluğunun hakimiyetine geçmiştir. Bu dönemde kentin ticari önemi iyice artmış ve her yıl kırk gün süren ticari fuarlar düzenlenmiştir.
Ünlü seyyah Marco Polo, Çin’e yaptığı yolculukta Lajazzo (Yumurtalık) Limanı’nı ziyaret etmiştir. Marco Polo , ‘’Doğu iç bölgelerine gitmek isteyenlerin önce Lajazzo (Aigeai) kentine geldiklerini, kentin Doğu’nun bütün zenginliklerinin bir araya geldiği bir Pazar yeri olduğunu, iç bölgelerden gelen bütün baharatların, altının , ipek elbiselerin ve diğer değerli malların buraya geldiğini, hareketli bir ticaret trafiğinin olduğunu söylemektedir’’.