"Yola çık" dedi bu kalp…" Göcek - Gürsu - Pırnaz Yörük Göçü-2
Karnımızı doyururken o eşsiz manzaraya dalıp gitmiştik. Dolunay vardı o gece. O anda gördüm elinde sazı, zaman tünelinden geçip bu akşamın ortasına düşmüş gibi görünen boynunda poşusuyla halk ozanı Şerif Hocayı, lakabı Darpaklı demiştim ya. Tertemiz, saf, şefkatli, duygusal halini yürüyüşte Yörük hikayelerini anlattırırken keşfedecektim. Yol boyunca dinlediğim hikayeleri, yöresel konuşma tarzını beynime kazımaya çalıştım. Bazen çok sordum, bazen çok heyecanlandım, bazense duygu pınarı oldum.
Darpaklı hocanın yazdığı Selma şarkısı varmış. Bu akşam Belma olsun diye seslenenler arasında Esen Hanımın da sesini duydum. Birden “Belma” sesleri ile başladı türkü;
“Bir gurbet kuşu olmuş,
gitmiş İstanbul’a konmuş,
sevdiğini unutmuş yüzleri solmuş Belmam,
Eller yorulmuş, aşkın durulmuş.
Birgün yola düşersem, güzel yüzünü görürsem, birgün otobüse binersem, güzel gözlerini görürsem,
Senden başka seversem gözüm körolsun Belma, dilim tutulsun Belma, belim kırılsın.
Gız benden başka seversen gözün körolsun Belma, dilin tutulsun Belma, belin bükülsün.
Gözümün nuru Belma, aşkın onuru Belma”
Arkadaşım Hande’nin sesiyle kendime geldim; “kızım bak bi, bu atmosferde Belma türküsü söyleniyor, bu nasıl bir şeydir.” Çektiği küçük videoda zıpladığımı sonrasında gördüm.
Nasıl özel bir ruhtu bu Hande de, bakış açısı içime işlemişti, işaretleri okuyordu resmen, o gittikten sonra da onun gözleriyle görmeye devam ettim.
Hande Darpaklı Hocanın hikayesini anlamaya çalışıyor, sorular soruyordu ama ben hiçbirşey duymuyordum. Çimlere bağdaş kurup oturmuştuk. Şerif Hocanın tam karşısına, Nurettin bey ve birkaç kişi daha vardı yerde oturan. Kaptırmıştım kendimi ortama şaşkın. Bir ara yanımdan geçen Veysel hoca “ne yaşıyoruz biz böyle” diyordu sevinçle.
İçine almıştı hepimizi bu büyülü ortam.
Bir tiyatro sahnesi gibiydi.
Ertesi sabah uzun bir yürüyüşten sonra büyük bir gürültüyle çağlayan Kızıldere’ye, tertemiz bir suyun yanına geldik, kimimiz suya atladı, kimimiz benim gibi ayakkabılarını çoraplarını çıkarıp soğuk suda gezinerek serinledi. Ayağımın altındaki kayaların pürüzsüzlüğünü hissetmiştim, gürültüyle akan su kayaları oldukça keskinleştirmişti. Bir yandan kahvaltı hazırlığı sürüyordu, sandıkla suyun içerisine getirilen domatesleri tek tek yıkamaya başladım. Sonunda peynir, zeytin, domates, salatalık ve ekmekten oluşan kahvaltı masamız hazırdı, karpuz bile vardı. Temiz havayı şöyle bir ciğerlerime çekip keyifle kahvaltımı o sabah tanıştığım arkadaşlarla sohbet ederek tamamladım gövdesinde bir çok canlıya yaşam alanı bahşeden ağaçların altında.
“İlk geçtiğiniz dereden sonra, kimsenin içinde bir huzursuzluk, yorgunluk kalmaz, Kızıldere’den sonra” demişti Darpaklı Şerif Hoca.
Kahvaltımız bitmiş, yörük arkadaşlar doğaçlama oluşturdukları türküyü hep bir ağızdan söylemeye başlamışlardı Şerif Hocanın sazı eşliğinde;
“Hey Yörükler hey Yörükler dağda yürüyen Türkler,
Yörükler oyun oynarsa yerle gök titrer,
İşte geldik Gürsu’ya, su içtik doya doya,
Aştık koca Torosları yorulmadan yaya”
Şerif Hoca Yörük yürüyüşü ile ilgili iki bestemiz var diyerek nasıl oluşturduklarını anlatmaya başladı. Bir konu açıyoz, örneğin “su”, herkes bir iki dize söylüyor, birleştirip, harmanlayıp, arızalarını giderip, bide ezgi yapıp kendi türkülerimizi söylüyoruz.
Uzun bir yürüyüşten sonra “Denizi Gören Eren” tepesine vardık. "Yörükler yayladan seyile göçtüklerinde ilk denizi gördükleri yer" diyerek iki dağın arasından görülen denizi eliyle işaret etti Şerif Hoca. "Bir tarafta Eren dağı, diğer yanda Çal dağı vardır. Şaman inanışına göre ulu dağlar, yüksek geçitler, ulu ağaçlar kutsaldır" dedi. "Onları duymaya, görmeye çalışırlar, onların uğurlu olduğuna inanırlar. Buranın da uğurlu olduğuna inanmışlar, dilek tutmuşlar. “Şimdi burada üç daş alın, arkanızı denize dönerek dilek dilerken atın bu üç taşı, arkanıza bakmadan da gidin” deyip attı taşları, sonra da “Haydi hayırlısı arkadaşlar” dedi samimiyetle. Safsata diyenler de vardı. Ama Şamanlardan başlayarak günümüze dek buradan geçen binlerce insan dilek tohumlarını ekerken güzel enerjilerini de bırakmışlar buraya. Dilek deyince hep güzel şeyler gelmez mi akla, yüzyıllarca güzellikler ekilmiş bu noktanın uğurlu olmaması mümkün müydü? Enerji birikmez mi hiç, bir dağ oluşmuşsa atılan dilek taşlarından. Başında şapkası, sakin duruşuyla Çetin bey bu anları elindeki kamerasıyla ölümsüzleştirmişti. Bende üç taşı alıp atarken dileğimi dilemenin huzuruyla ayrılmıştım bu uğurlu tepeden.
Elimdeki bastonun toprağa herbir vuruşu yörüklere eşlik eden develerin lap lap ayak seslerini andırırken merakla Darpaklıyı dinliyor, herbir kelinesini ezberlemeye çalışıyordum.
“Büyük nenem, Ümmühan hepimizi bir araya toplayan, bize bakan büyük bir kadındı” diyordu Şerif Hoca. Bu koca yürekli bu kadının yükü çok ağırdı, bakılması gereken o kadar koyun, keçi, at, deve varken sadece üç çocuğu varmış. Nuriye nenem ise iki çocukla ortada kalmış o tarihlerde, ilk kocasını Çanakkale savaşında, ikincisini Kurtuluş savaşında kaybedince hayatı iyice zorlaşmış, açlık ve sefaletle. İlk kocasından oğlu, ikinci kocasından da bir kız evlat sahibi imiş. Bu duruma çok üzülen büyük nenem Ümmühan, kendi kocasına, yani Yusuf’a istemiş bu kadını. Büyük nene “seni Yusuf’a alayım, ben sana bakarım” demiş Nuriye neneye birgün. Böylece büyük nene çocuklara bakarken, Nuriye nene davarlara bakmaya başlamış. Nuriye nenenin dedemden dört çocuğu daha olmuş diye ekledi Darpaklı Şerif Hoca. Dedem de 44 yaşında ölünce, ninelerim uzun yıllar aileyi yalnız başlarına ayakta tutmuşlar.
Ayağıyla taşları sağa sola iterken, duygulu bir sesle “Eskiden şu an yürüdüğümüz yol yoktu. Dağları aşarken bastıkları yerlerdeki daşları sağa sola sapıttırarak yol açıyor, hemen ardından gelen hayvanların basmasıyla da patika yol oluşuyordu.” diye anlatıyordu Darpaklı Şerif hoca. Yani dik gidemez, yan gidecek buna biz aykırı deriz. Adam eşeğini çekerek giderken ayağıyla yeri temizleye temizleye, bu yolu yaparak gidiyor. Arkasından gelen de aynı şekilde olunca böyle bir yol oluşuyor. Bakınca “bu kadar temiz, saf, merhametli, sevgi dolu kalınabilir mi? “ diye düşündüren Darpaklı, gerçekten de zaman tünelinden geçerek bugünün ortasına düşmüş gibiydi.
İlk akşam elinde sazı, kendi yazdığı sözlerle yürekten söylediği türküleriyle dikkatimi çekmişti ilk durağımız olan Yörük Keyif Tepesinde. Herşeyiyle sahici bir insandı, giyimi kuşamı davranışlarıyla bir halk ozanı görüyordum. Herkesçe çok seviliyordu. Down sendromlu biricik kızını anlatırken o olmasa evimiz o kadar güzel, neşeli olmazdı, evimizin güneşi o diye anlatıyordu.
Bizim Dalaman'ın Sabunlu köyünde yerimiz yani kışlağımız vardı diye devam etti konuşmasına. Ağustos ayında incir kurutmaya Ümmühan ninem bizi de götürürdü.
İlk inişimde, daha yaşım küçük olmasına rağmen tutturdum nene beni de götür diye. Uzun bir yürüyüşten sonra mola verdik, nenem karnımızı doyurmak için ekmek pişirecekti bize. Çalı çırpı toplamak için etrafa dağıldık. O zaman nerde böyle ayakkabılar, lastik terlikten dolayı ayaklarım kanıyordu, deyince içim cız etti. Şu an biz iyi marka yürüyüş ayakkabılarımızla bile zorlanırken, hem de patika yolda, kimbilir nasıl zordu bu yolu acıyla katetmek.
Yol bitti sohbet bitemedi, ikinci gece konaklayacağımız Karafilli’ye ulaşmıştık.
Ee Gari devamı haftaya…