"Yola çık" dedi bu kalp...Göcek-Gürsu-Pırnaz Yörük Göçü-1
“Yola çık” dedi bu kalp...
Göcek - Gürsu - Pırnaz Yörük Göçü*
* (18. Göcek - Gürsu - Pırnaz Yayla Yürüyüşüv)
1.
Konuşan hep ben olurdum ağaçlar, gökler, kuşlarla; ama bu sefer dağlar, ovalar, denizler, yıllanmış ağaçlar ve hayvanlardı konuşan benimle. Elinde sazı, şansı müjdeleyen cırcır böceklerinin, yoldan süzülerek geçen yılanın bile bir mesajı vardı.
Şövaleme yerleştirdiğim boş tuvale “yemyeşil dağları, ovaları, nehirleri, denizleri, ulu ağaçları ve kaya parçalarını” rengarenk resmettiğim gibi açıklıkla anlatmak isterdim göçün ruhumdaki renklerini ve bu mistik atmosferi. Son gün Salaba tepesinde duygularımı titreyen sesimle “Büyülendim” diye dile getirirken, bunu farkeden bilge ruh Nurettin Beyin esprisiyle toparlanabilmiştim.
Doğanın sesine karışırken elimdeki bastonun tok tok sesi, büründüğümü hissettim ruhuna bir ermişin, bazense kaya parçaları kayarken ayağımın altından bir şamanın, bir yörüğün.
Baston dedimse öyle bildiğinizden değil, ulu bir ağacın hediyesi, kalınca bir ağaç dalı, yontularak düzeltilmiş başı bir çakı ile.
“Somewhere between living and dreaming”
Burası yaşam ve hayal arası bir yerdi.
Kim bilir kaç kez kaleme alınmıştır Göcek Yayla Yörük Göçü; tarihi, kültürü, yaşam şekli, baharlarda yayla ve kışlaklara toplu, uyumlu, törenli göçleri, zoru saygıyla, sevgiyle başaran insanları ile. Bende bana yansıyan ruhunu, hissettiklerimi aktarıyordum işte kendi penceremden.
Karşımda Göcek Marina manzarası, hafif hafif yol alan yelkenliler, sahile vuran dalgaların sesi, radyomda çalan yörük ezgileri eşliğinde yudumlarken kahvemi, zaten çoktan başlamıştım bile bir bir anlatmaya.
Sabahın alaca karanlığında yükler sarılır, hayvanlar sürülür. Zaruri eşyalar yüklenirmiş develere, lap lap ayak sesleri koyun keçi sesleri, çıngıraklarla karışırken çıkılırmış yola gün ağarmadan... Başları süslenmiş, kimi zaman dört kimi zaman sekiz adet, büyüklü küçüklü çanlar asılmış develerin üzerinde, dokudukları rengarenk kilimlerle. Ata binmiş erkekler silah atarken, kadınlar, çocuklar ve genç kızlar hayvan sürülerinin yanında yürürmüş. Hayvanının karnı nerede doyuyorsa oraya gidermiş yörükler, ilkbaharda yaylaya, sonbaharda ovaya, yani kışlaklara. “İstikameti ışık olanın önünde hiç bir engel duramaz.” sözünü ispatlarcasına her türlü güçlüğe göğüs gererek. Yaşamları sade ve yalınmış. Karakeçili, Kızılkeçili, Tekeli ve Honanlı yörükleri gibi isimler almış, obalar halinde oradan oraya göçmüşler. Yörükler doğayla bağ kurar, geçim kaynakları hayvancılık olduğundan herşeyi değerlendirirmiş, hayvan derisinden yaptıkları yayıkta tereyağ çıkarmış, peynir lor çökelek gibi süt ürünlerini yine hayvan derilerinden yaptıkları tulumlarda saklamışlar. Doğayı iyi tanıyıp bilgileri kullanmakta hep becerikli olmuşlar. Çiğ damlalarından yoğurt mayalamış, anasını emmiş, ama çok taze ölmüş kuzu ve oğlak kursağından aldıkları madde ile peynir mayalamışlar. Atları ehlileştirmiş, yularları, eğerleri ve kilimleri onlar dokumuşlar.
Yüzlerce yıldır süregelen geleneklerini koruyup yaşatan yörükler kendi dünyalarını da sırtlarında taşırmış. Her tepe evleri oluverirmiş, heyecanla kurulan keçi kılından yaptıkları kara çadırlar, dağlardan toplanan çalı çırpı ile alevlenen ateş üzerinde pişen aşla, zor ama mutlu, umutlu, bir, birlikte ve olabildiğince özgür... Elinde sazı, yanık sesi yankılanırken gecede, bir Ozan’ın. İnsan ruhunda yaşamalı doğayı ve dostluğu alabildiğine, hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına.
Bu yol Şamanların yürüdüğü yol diyordu Darpaklı lakaplı Şerif Hoca, ruhlarının sindiği
dağlara, taşlara, kayalara, ulu ağaçlara bakarak. “Kök Tengri” yani Gök Tanrı’ya inanırlardı. Türklerin ilk dini şamandır, “Şamanizm bize varolan herşeyin canlı olduğunu ve bir ruhu olduğunu söyler.” diye devam ederek. Daraldığında, sıkıldığında git bir ağaca anlat diyordu, anlar onlar seni.
Göcek’te “Yörük Yayla Göçü” olduğunu duyduğumda, hiçbir hazırlığım yoktu. Göcek seyahatine çıkarken haberdar değildim ki böyle bir etkinlikten. Zaten çadır kültürüm de hiç olmamıştı, çocukluğumda deniz kenarında çadır kurardı konu komşu, akraba ama annem titiz olduğundan biz hiç gitmezdik.
Keşke daha çok insana duyurulabilse bu etkinlik diye düşündüm, ben şimdi görev edindim olabildiğince duyurmayı. Herkes yürüsün bu mistik yolu, yaşasın istiyorum bu derin duyguları. Göcek’te yaşayan biricik dostum Barış, biz malzemeleri alıp getiririz size deyip yüreklendiriyordu beni göçe katılmam için.
“Sonunda çadırımı ve uyku tulumumu almış gidiyordum” Göcek’te tatilde iken, yol dağlarda yürüyüşe doğru akmıştı birden.
“Zirveye, Zirveye” diyen sesi yankılandı Hande’nin kulaklarımda...
Dört gün boyunca yürüyerek Pırnaz yaylasına çıkacaktık. Defalarca maraton koşularına katılsam da, uzun süredir antremanım da yoktu. Kafamda deli sorular düşmüştüm yola.
Neyse ilk gece çadırımda çekildiğim fotoğrafı gönderince “seni çadırda düşünemiyorum yazmıştı benim yeğen” konforuma biraz düşkün sayıldığımdan...
İlk gün yürüyüş Göcek merkezden idi, yavaş yavaş dağa tırmanmaya başlamıştık. Tırmandıkça bir noktada toplanmış gibi görünen güzel Göcek manzarası ile.. Sadece ilk akşama katılabilecek olan arkadaşlarım Hande ve Ülkü de eşlik ediyordu bize. Yokuş epey çetindi, hafif yoruldum derken, Ülkü araba ile yanımızda durmuş, beni Hande’yi alarak ilk durağımız olan Yörük Keyif Tepesine çıkarıvermişti. Yürüyüş başladıktan bir süre sonra aramıza katılan Nurettin bey yürümeyi tercih ettiğinden arabayı Ülkü’ye vermiş meğerse.
Çadırlarımızın yüklendiği kamyonet bizden önce ulaşmış, hava hafif hafif kararmaya başlamıştı. Yanık türkü sesleri geliyordu. Sesin geldiği yöne doğru patika yoldan aşağı iniverince gördüm Göcek’in uzaktan ışıklarını, ulu ağaçların, dağların arasından inci gibi parladığını.
Havanın iyice kararıp, ışıkların yanmasıyla daha büyülü bir hale bürünmüştü manzara.
Bir yörük beyefendi açmıştı sesini teybinin, yörük türküleri çınlıyordu dağların arasında. Bu atmosferi daha da hissettiriyordu yürekte. Masalarda henüz tanımadığım birçok insan sohbet ediyordu. İnanamıyordum “Neredeyim Allahım ben” diye şükrederek baktım etrafıma, Göcek’in ışıklarının göründüğü duvarın kenarında.
Hava kararmadan çadırı kurmamız gerekir diyordu arkadaşım. İlk kez çadır kuracaktım, tiyatrocu arkadaşım Tamer yardım ediyordu bana. İyiliğin, zerafetin sembolü arkadaşım Tamer, sanki ilk akşamdan yardım için gönderilmişti. Çabalarken biz, daha sonradan Esen hm. olduğunu öğreneceğim bir hanımefendi yanımızdan geçerken müdahale etti. “Yok öyle olmaz yanlış yapıyorsunuz” diyerek geldi. “Önce gövdenin çubuklarını geçirilir sonra sabitlenir” deyip çadırımı kendi elleriyle kurdu. Bu hanımefendi Prof. Dr. Esen Demir imiş. Esen Hm.’ı henüz tanımazken, ilk kez kurmaya çalıştığımız çadırımın yanından geçerken, “öyle olmaz” deyip kurması.
Evet çadırım hazırdı, hem çok sevinçli hem de şaşkındım. İlk kez çadırda uyuyacaktım. Çadırın içinden kafamı dışarı uzatarak bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedim tabi ki.
O sırada ön bahçeden kına türkülerinin sesi gelmeye devam ediyordu yanık yanık. O sırada Hande geldi, “hadi gel artık” deyip beni çekiştirerek indirdi aşağıya.
Bir köşede mangalın üzerinde pişen tavukların dumanı ve kokusu sararken etrafı, Esen Hm. pilav, yoğurt ve salatalar ile ortadaki masayı donatıyordu. Esen Hm. bu yıl onsekizincisi düzenlenen bu sembolik göçün fikir babalarından biriymiş. Mütevaziliği, neşesi ile dikkat çeken bu hanım “Ana” idi. Koruyup kollayan, kucaklayan oymakbaşı işte... İkinci günün akşamı atlattığım bir kaza sonrasında da çadırıma gelip bana yardımcı olacaktı.
Devamı haftaya