Ressamlar Tepesi - Paris'te 5

Belma Doğan belmadogaann@gmail.com

Montmartre, Ressamlar Tepesi

Göğü neredeyse kapatmış yeşilin altında, alı moru yeşiliyle her bir resim bir hikaye, bunu yansıtanlarsa sihirbaz gibiydi. Bunlar anlık resimler yapan ressamlardı, şapkadan kuş çıkarırcasına uzatıveriyorlardı sihirli fırçalarıyla yarattıkları resimleri. Sağda solda poz verenlerin yüzündeyse beliren kocaman bir gülümseme.


Resim çekilir çekilmez onca basamağı üçer beşer çıkmış, tam 300 basamak, sonunda gelmiştim ressamlar tepesine, tam da hatırladığım gibi duruyordu. Meydan canlılığıyla coştururken yürekleri, ağaçlarla süslü, bordo tenteli cafelerin önündeki sandalyelerde seyre dalanlar an’daydı yine.

Bu sefer küçük vazolarda  sarı beyaz kır çiçekleri, yanında akşama titreşmek üzere bekleyen mumlar olan metal masalı bir cafeyi tercih ettim. Kapının önünde elinde menü, bukleli uzun saçlarıyla sevimli genç bir garson çekmişti beni oraya. Sohbet gittikçe derinleşti, İtalya’dan Fransız sevgilisiyle hoşça vakit geçirmeye gelmişti genç kadın. İspanyol sanmışlar, İstanbul deyince ben, ah söylenecek ne çok söz vardı.  Birkaç kez ziyaret etmiş olduklarını duyunca, sevinçle haykırdım. “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dercesine. O sırada bir ressam geldi, on onbeş  dakika sürmüştü resmetmesi bu anı, yüzlerdeki mutluluğu, huzuru. Küçük kız konuşkan, genç kız edasında, erkek kardeşi huysuz, tatlı bir Türk aileydi diğer yanıma oturan, epey ortak tanıdık çıktı sohbet derinleştikçe.

İşte Paris ayaklarımın altındasın, her yer sonunda Paris manzarasına çıkıyordu. Kahvemi bir tatlı sohbetle sonlandırıp meydanın sağında ve solundaki dar parke taşlı sokaklarında kaybolmuştum.  Özgün dokusu, geleneksel atmosferiyle beni benden almıştı, bir gün değil birkaç gün geçirebilirdim burada.

Bir zamanlar kabareler ve revü gösterileriyle oldukça renkli, ressamlar, yazarlar, şairler ve öğrencilerin kesişme noktası olan Montmartre büyüleyiciydi.

Öyle çok sanatçıya ev sahipliği yapmış ki; Vincent Van Gogh ve Renoir hayatlarının en verimli dönemlerini burada geçirmiş, Picasso Avignonlu Kızlar adlı ünlü eserini burada yapmış, Salvador Dali’nin en önemli eserlerini yarattığı stüdyosu da buradaymış. Dünyanın farklı yerlerinden gelen Edouard Manet, Henri de Toulouse-Lautrec, Raoul Dufy, Modigliani ve Utrillo gibi dönemin en önemli ressamlarına da ev sahipliği yapmış burası. Sadece ressamlar değil, o dönemde yaşayan heykeltraş, yazar, şair ve müzisyenler de oradaymış. Avrupa’nın bir çok yerinden gelmiş bunca sanatçı ruhlu dahi, insan sanata uyanır, sanatla uyurdu onlarla herhalde. Rüyalar bile sanat olurdu sanırım. Müze Orsay’da geçirdiğim günden çok sonraydı, Türkiye’ye dönsem de ayrılamamıştım oradan. İçeride loş ışık, o 1800’lerde portresi yapılan hafif göbekli kıvırcık saçlı, koyu renk takımlı adamlara benzeyen biriydi karşımda duran, biraz geride diğer ressamlar, rüyamda birlikteydim sürekli gittikleri cafede, günlerce etkisinden kurtulamadım, yine bir işaret yine bir sihir.

 

Şimdi biraz da Sacre Coeur Bazilikası’ından bahsedeyim. Monmartre bölgesine gelindiğinde bembeyaz rengi ve kubbeleri ile zarif bir kuğu görüntüsünde ilk dikkat çeken yer burasıydı şüphesiz.  Fransızlar için umut ve iyileşmeyi simgelediği söylenen bu kilise Fransa–Prusya savaşında hayatını kaybeden 58 bin askere ve İsa’nın kutsal yüreğine adanmış.  Buraya “kutsal kalp” de deniyormuş, mitolojik bir hikayesi de var ama bu güzel yılbaşı günü güzel şeyler konuşalım istiyorum. Ben de kilisenin içini dolaşıp, bir de mum yakıp çıktım, enerjinin tavan yaptığı heryerden göndereceksin dileklerini göklere.

Bir sonraki rotamı belirlemek üzereyken o herkesin basamaklarında oturup keyif yaptığı merdivenlerde rastladım Kırşehirli sınıf öğretmenleri ve okul müdürlerine. Hem gururlanmış hem de umutlanmıştım, beni heyecanlandıran bir projeydi bahsettikleri. Avrupa Birliğinin Erasmus programıyla gelmişler meğerse, miniklere felsefi düşünceyi öğretmenin yollarını öğrenmek için eğitim almaya. Daha önce haberdar değildim böylesi bir programdan, ne de güzel. Öğretmenlerimizin hazırladığı proje kabul görürse Avrupa Birliğinin misafiri olarak gelmeye hak kazanılıyormuş. Belki okuyan, izleyen birilerine de yol olur düşüncesiyle küçük bir videoyla da konuya dikkat çekmek istedim.

 

Farklı bir programım varken yolumuz hep birlikte o dünyaca ünlü Şanzelize caddesine doğru aktı. Esmer güzeli, zarif rehberleri Suna gruba iki saat serbest zaman verip ışıltılı caddeyi işaret ederek gezilecek yerleri tarif ediyordu. Ben de müsaade istedim ama nazik daveti ile o şık cafelerinden birinde sohbetteydik işte.  Orada öğrendim hayat hikayesini, onaltı yaşında evlilik nedeniyle yerleştiği Paris’te attığı cesur adımlarla kendine neler kattığını. Her insan bir dünya, ya ben seviyorum bu ne istediğini bilen, güçlü kadınları.

 

Yine dost dağarcığımı zenginleştirip ayrılmıştım buradan da. Döndükten sonra da görüşmeye devam ettiğim Suna, yazılarımı bir kahve sohbetinde arkadaşlarıyla paylaşınca, hayatlarını sorguladıklarını ve hayatı ıskaladıklarını farkettiklerini yazmış tüm samimiyetiyle. “Öylesi güzel duygu yüklemişsiniz ki, bu kadar güzel mi bu şehir?  Sanki biz Paris’te değil de başka bir yerde yaşıyormuşuz, çalışmaktan ve hayatın hızına yetişebilmekten unutmuşuz, ya biz neden bu ruhla göremedik.” diye hayıflanarak.

 

Küçük de olsa bir farkındalık yaratabilmişim, ne hoş. “Bir solukta okudum, oraları görmüş gibi oldum, aynı duyguları yaşadım” gibi güzel yorumların bendeki hazzı gibi, farkındalık yaratmanın mutluluğu da sardı içimi.

 

Sadece Suna ve arkadaşları değildi ki hayatı kaçıran, belki sizlerde duymuşsunuzdur paylaşacağım bu hikayeyi, ne de güzel anlatıyor ıskaladıklarımızı.

 

“Soğuk bir Ocak sabahı bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. İlk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı farkedip, yavaşlasa da bir yere yetişmek için hızla uzaklaşır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle oda hızla yoluna devam eder. En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

 

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştır.

 

Bu gerçek bir hikaye imiş ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmış. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?

Antoine de Saint-Exupéry’in “Küçük Prens” kitabının bir bölümünde de dikkat çekildiği üzere, hızla geçen trenlere anlam yüklemeye çalışan küçük prensin demiryolu makasçısına “Daha önce geçenleri mi kovalıyorlar?" sorusuna, makasçınınsa “Hayır hiç kimseyi kovalamıyorlar, uykudalar şimdi. Uykuda değillerse bile esniyorlardır. Yalnızca çocuklar burunlarını cama dayamışlardır.” cevabı üzerine küçük prensin şu sözleri;

 

“Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar,"

 

“Çocuk kalbinde yaşayacağımız yeni bir yıl diliyorum herkese.”

Champs-Elysees (Şanzelize) bulvarında buluşana kadar sevgiyle kalın...