Göcek Gürsu Pırnaz Yayla Yürüyüşü 5…

Belma Doğan belmadogaann@gmail.com

Göcek Gürsu Pırnaz Yörük Göçünün 3. Günü... Gürsu
(Denizli İli Çameli İlçesi Gürsu Mahallesi-Köyü)
...

Üçüncü günün akşamı kiraz ağaçları içinde, güzel bir bahçesi olan bir tesise geldik Gürsu’da. Elinde sazı yanık türküleri ve etrafa saçtığı neşesiyle Ramazan (Sarı) Bey şenlendiriyordu burayı da. Sazının tellerine vururken...
bugün ben bir güzel gördüm bakar cennet sarayından kamaştı gözümün nuru, onun hüsnü cemalinden bahçanın kapısın açtım sanırsın cennete düştüm”
türküsünü söylüyordu bir kiraz ağacının altında. Gezi boyunca eşlik etmişti Şerif Hocaya şarkılar söylerken gülen gözleriyle. Elindeki darbuka ile bir sağa bir sola zıplayarak dansediyordu.

 Burada mutluluktan uçuyordum o ağaçtan bu ağaca, rengarenk çadırlarımız, doğa, ve kirazlar arasında.  Nasıl güzel bir yerdi, ne de çok kiraz yemiştim dalından, üstelik kurtlu da değildi bunlar.  Sıcak su ile banyo imkanı da bulmuştuk.

 Güzel bir akşam yemeğinin ve sohbetin ardından bu sefer ağaçların altına kurduğumuz çadırlarımıza çekildik.

Eğer bir yerde zaman akıyorsa zamanın aktığı insanlarla olun. Suya doyun, gıdaya doyun, ama gezmeye doymayın.

 Pırnaz ( Burdur İli Gölhisar İlçesi Elmalıyurt Mah-Pırnaz)

Ertesi sabah oranın yöresel çorbasını içtikten sonra Pırnaz Salaba’ya doğru yola çıkmıştık. Bugün son günümüzdü, yine uzun bir yolumuz vardı. Ama keyifli duraklarımız da; bir yörük evine konuk olduk, eski Dalaman Belediye Başkanımızın evinde ağırlanırken, yöre şivesiyle konuşan eşi ve annesi ile de sohbet imkanı bulacaktım. İkinci durağımız yine güzel bir yayla evi idi, (İsmet Dim ve Yeğeni Yalçın Dim evleri) sofaya çıktığımda, üç tatlı yörük hanımın bize ikram etmek için sacın üzerinde ekmek, yufk, katmer pişirdiğini sevinçle gördüm. Ne hoş bir manzara idi. Bu iki evde de yörük misafirperverliğini görüyordum. Gelenek, görenek, ananelerimiz nasıl da güzeldi. Kapısı da yüreği de açıktı bu insanların...

 Vedalaşarak tekrar yola koyulduk. Şimdilerde Elmalıyurt Mahallesinin tarihsel ve yöresel ismi Pırnaz'ın Göcekiçi mezrasında Salaba’ya doğru. Bir grup önden ilerlemişti, ikinci grupsa epey arkada. Yolun bir yerinde gözüm uzun boyuyla dikkat çeken üç tane kavak ağacına takıldı, etrafta kimsecikler yoktu. Durdum bir süre sessizce baktım, baktım, sessizliğin sesini ve ağacın yanından cıvıltısıyla geçen kuşun çıtırtısını dinledim epey bir süre.  Sonra yola en yakın olana dokunmak istedim ve yavaş yavaş yaklaştım ağaca. Yaprakları elimle okşar gibi araladığımda gördüm yazıyı şaşkınlıkla. Binlerce ağaç geçmiş, yolun sonuna yaklaşmışken, güzel dileklerle seyre daldığım bu ağacın bana önemli bir mesajı varmış meğerse. İşte bu mistik yolun hediyelerinden biri daha... “Gözler kördür ancak insan yüreğiyle baktığı zaman görebilir.” diyordu Küçük Prens kitabında. Gezi sonrasında kavak ağacı neyi simgeler diye araştırdığımda gördüm ; “Yeryüzü ve gökyüzü arasında bağdır. Kavak ağacı ölümün ve yeniden dirilmenin sembolü olarak bilinir. ”Biraz daha yürüdükten sonra vardık Salaba’ya. Çok soğuk bir kaynak suyunun başında idik sonunda, birkaç adımda aşağıya inerek içtik buz gibi suyumuzu.  Suyun kaynağına verilen isim imiş Salaba.  Ekinler sulanırken bir kişi suyun başında durur, diğeri tarladan suyu bırakması için seslenirmiş “Sal abba” diye.
Yörük geleneklerinde oyun ve eğlencenin önemli yeri olduğu, bu oyunlarda şaman geleneklerinin izleri görüldüğü söylenir.  Kaval ve sipsi gibi çalgılarla oyun ve türküleri, deflerle doğaçlama türküler eşliğinde oyunlarını sergilerlermiş. Hakikatin içine bir tutam yaşam sevinci ve umudu serpmekte hep fayda görmüşler yörükler.
Şamanlardan beri bu suyun başında yenilir içilir eğlenilirmiş. Bizde öyle yaptık, son gün Salaba’da yenilmiş içilmiş düğün yapar gibi eğlenilerek son nokta konmuştu sazlar eşliğinde. Kollarını iki yana açmış, döne döne gülümseyerek danseden Aydın (Taşkın) bey de mutluluğu sembolize ediyordu sanki.
Dedesiyle yol boyunca neşeyle yürüyen zihinsel engelli Doğan’ın saflığı simgelediği gibi.
Sonunda dünyama ruhu çiçek birçok dost katmanın hazzı ile dönmüştüm İstanbul’a, herbir bitki, herbir ağaçsa kalbimde rengarenk. Herbiri konuşan ulu ağaçlarn, herbir taşın anlatacak ne çok şeyi varmış. Cırcır böcekleri, kuşlar şarkı söylüyor gibi görünse de konuşuyor anlatıyordu aslında. Herbir ağaç, herbir taş, herbir canlı rolünü oynuyordu. Arasıra başımı soldan sağa hafifçe kaydırarak aynı noktada kıpırdamadan duruşum, duymak ve anlamak içindi gönül bağı kurduğum herşeyi... Yakalamak içindi ahengi...

Simyacı kitabından bu alıntıyı eklemeden geçemeyeceğim ; “Kuşları izlerken birden Evren’in diline dalmıştı. Kuşların hareketlerini izledi; Evren’in dilini kavrıyorum dedi, bu dünyada herşeyin bir anlamı var, atmacaların uçuşuna varıncaya kadar. Bu dünyada herşeyin bir anlamı var. Herzaman işaretleri izle. Yeryüzündeki herhangi birşeyin herşeyin yaşamını anlatabileceğini biliyordu. Bir kitabın herhangi bir sayfasını açarak, birinin elini inceleyerek, ya da kuşların uçuşuna bakarak, ya da kağıt falı açarak o anda yaşadığımız deneyimle bir ilişki kurabiliriz hepimiz.”

 Dönmüştüm ama içimdeki ses “kahramanı olduğun hikayeleri anlat, deneyimlerini; kumsala dizilmiş taşlar gibi bir bir topla ve yaz” der..... Seni sen yapan deneyimlerini binbir kokulu çiçekleri koparır gibi bahçeden birer birer topla...  Gretel’in kendi yolu boyunca bıraktığı beyaz taşlar gibi, bu hikayelerdir çıkaracak seni karanlıktan aydınlığa...

 Hani ormanlarımız yanarken ruhumuz yandı ya;  “İyi ki dedim, kafamı kaldırınca göğe doğru, Göcek’te bağ kurduğum çamlarım, sedirlerim yanmadı”

Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun herşeyden” der Küçük Prens kitabındaki Tilki.  

 Herşey “yola çık” mesajıyla başlamıştı yüreğimden gelen.  Simyacı’yı okurken kahramanın her yol ayrımında, konfor alanı mı yeni maceralar mı kararsızlığı geliyordu aklıma.  “Bunun  ötesinde ne var” merakıyla gezginliği tercih ettiği anları hatırlıyordum.

“Kişisel menkıbeni gerçekleştirirken bütün evren işbirliği yapar” gerçekten de öyleydi.

 Bende zaman tünelinden şamanlara kadar gitmiştim, yola çıkan ben ile dönen arasında fersah vardı, bir demet yıldız elimde.

 “Ruhun işi seyre dalmaktır” diye okumuştum bir yerde de. Ruhum yol boyunca otantik yapısı, el değmemiş bakir tabiatı seyre dalmıştı bile, An’da olmak böyle birşey sanırım.

Sessizliğin sesi, hiç yorulmayan Ağustos böceklerinin dinletisi ile.  Bir yanı Likya bir yanı Karya, mavi ile yeşilin kucaklaştığı medeniyetler diyarı Göcek’te Yörük Yayla Göçünden geldim şimdi.

 Kokusu sarmıştı tüm odayı, üzerinde pembe kırmızı kalpler olan ahşap kulplu demlikten fincana dökerken adaçayımı. Göç yolunda Nurettin Bey, bu “dağ adaçayı” diye gösterdiğinde toplayıp sırt çantama sıkıştırmıştım bir tutam. O dağların enerjisini, büyüsünü evime taşımanın mutluluğu ile gülümsedim.  Hala alacağım çok şey var o dağlardan, bir dahaki sefere unutmayacağım sarı kantaronu...

 “Hikayen sihir ve hayret dolu olursa hayatın da öyle olur” diyordu hikaye anlatıcısı Judith Libermann.

Gelecek Yıl Haziran Ayının son haftasında, 19. Göcek Gürsu Pırnaz Yayla göçünde buluşmak umuduyla....