Bir Göcek Yayla Göçeri Paris'te - 4
SANAT DANSEDER HAYATLA
Hepimiz çok zor günlerden geçiyoruz, bu sabah ben de tam çıkıyordum ki sihirli dünyamdan, etkileyici filmleriyle ünlü, Hintli yönetmen Aamir Khan’ın şu ilham verici sözleri çıktı karşıma; Sorun ne olursa olsun kalbinize “her şey yolunda” demelisiniz. Çünkü kalbiniz hassastır ve sözlerinize çabuk kanar.
O halde sihir tozu serpmeye devam dedim, nerede kalmıştık...
Gözümü kapattığımda uçuverdiğim Paris Cafe’lerinin birinde idim işte... Önceki gelişimde Fransa’nın meşhur soğan çorbasını içmiştim pek beğendiğim söylenemezdi. Ayıp olmasın ama bir defa görüntüsü hiç iç açıcı değil, rengi de siyah, içine konan baharatlardan olsa gerek. Ne bileyim yemek rengiyle, görüntüsüyle şöyle bir gülecek insanın yüzüne, eee serde Adanalılık var ya, salçalı, yağlı, baharatlı.
O zamanlar hava daha ılımandı tabii, dışarıda oturtabilmiştik, bugün öyle böyle değil çok soğuk, içeri doğru yürüdüm. Kapının tam karşısındaki yüksek masada duran uzun boylu, kumral yakışıklı bir genç gözlerinin taa içine kadar gülümseyerek karşıladı beni.
Aşıktım zaten bu kahkahalar yükselen, bol muhabbetli, pozitif enerjili cafelerine Paris’in. Yere kadar uzanan beyaz önlüğü, üzerinde siyah yeleği ile yaklaşan garsona ısmarlamıştım bile kahvemi... Bordo kırmızı renkli koltukları, perdeleri ve loş ışık veren eksantrik avizeleriyle iyi hissettiren bir mekandı burası. Cam kenarındaki sarı sütunlar arasındaki masaları gözüme kestirsem de doluydu o sırada.
Yemeğimi kırmızı dar, mini elbisesiyle dikkat çeken siyah saçlı az İngilizcesi olan kızımız önermişti... Bu sefer cam kenarında dışarıdaki tarihi binaların enerjisi ve caddenin canlılığı içindeydim. Nasıl olduğumu soran siyah pantolon, sarı bluz giymiş güleryüzlü başka bir genç kıza “sevdim burayı” deyince, biz de sizi diyerek kıkırdadı.
Az ilerde henüz denedikleri siyah mantarlı enginarın resmini çekiyordu müdürüyle aşçısı. O da ne, genç müdür ve aşçı birlikte gelerek bana sunmasınlar mı bu eser gibi görünen yemeği. O çok sevdiğim, yakından takip ettiğim yemek ve şarap eleştirmeni Vedat Milör da olmaz mıyım burada, artık tadım da yapıyorum Paris’te...
Ah ben nasıl sevmem kocaman bir kalple Paris’in Cafelerini, nasıl söylemem “I love Paris every moment” şarkısını.
Yazayım, çizeyim, hayallerle daha da süsleyeyim, sonra bu gezgin ruhu tutayım elinden gezdireyim sanatın kalbinde...
Bu kez dördüncü gelişimdi bu romantik şehre...
Neredeyse başıma değecekmişcesine alçaktan uçan, çıtır çıtır sesli minik kuşların dinlerken nağmelerini Tuileries bahçelerinde, uzaktan görünüyordu Eyfel (Eiffel) kulesi. Altın sarısı renkli yapraklarıyla ağaçlar iki taraflı dizilmiş, arasındaki geniş yoldan bakınca uzaklarda Concorde ardında Zafer Takı vardı. Kuşlar salına salına yürüyordu sarı kahverengi yaprakların arasından, çocuklarsa peşinden.
Birkaç dakikalık yürüyüşle Tuileries bahçelerine gelmiştim, tam da hatırımdaki gibi duruyordu, ortadaki büyük havuzu ve çevresinde dizili geniş, yeşil demir koltuklarıyla.
O sırada geçti mavi ayakkabı lacivert pantolonuyla bir hanımefendi, boynunda fuları oldukça tarz görünen beyefendinin elinden tutarak, rahat sekseni devirmişlerdi. Ardında krem kürklü yakasıyla dikkat çeken sarışın genç hanım, yanında kahvemsi uzun pardesülü çift çekmişti dikkatimi... Elegant sözcüğü hayat bulmuştu Paris’te, zerafet her yerde, her şeyde idi.
Sağdan soldan spor kıyafetleriyle koşanlar da vardı, yaşam şekliydi burada koşmak, kilometrelerce yürümek, mümkünse bisikletle, scooter ile bir yerlere gitmek. Şimdi düşünüyorum da baget ekmeğin, kruvasan ve birbirinden güzel tatlıların bu kadar tüketildiği yerde kilolu insan neredeyse görmemiştim. Amerika’da yüzde 40’lar olan obezite oranı burada yüzde 15’lerde imiş. Paris’te yaşayan bir Türk arkadaşım “biz burada çöp yemiyoruz, süt de, tereyağ da peynir de sebze de en gerçeğinden” demişti. Çocukluğumuzda bizde de öyle değil miydi, ne zaman geldi bu hibrit denen sahte tohumlar, ne zaman başlandı bir veya iki kez ilaçlamanın yeterli olduğu yerde onlarca ilaçlama, bir yerine beş meyve versin açgözlülüğü ile, maalesef ağacı bile bozduk. Sorarım nerede otlayacak bu hayvan, yazın yaylalara kışın kışlaklara göçmenin nedeni hayvanını doğal ortamda beslemek büyütmek için değil miydi. Hadi gel de özleme eskiyi, köyden henüz gelmiş, üzeri bir parmak kaymak tutmuş bir bardak sıcak sütü, dalından o sabah kopmuş doğal inciri.
Peki, burada obezitenin bu kadar düşük olmasını tarım ve sanayi ülkesi olması ve spor yanısıra toplu taşımanın da sık kullanılmasına bağladım kendimce. Her yere metro ile kolayca ulaşıyordun, metroyla bir yere gitmek için de en az beş-altı bin adım atmak gerekiyordu. Fransa’nın başka bir şehri Rennes’de metrodaki asansörü görünce farkettim Paris metrosunda asansör olmadığını, tabii nasıl olsundu, öylesine eskiydi ki. Dünyanın en eski ikinci metrosunun 1800’lerde İstanbul’da yapılmış olduğunu biliyor muydunuz. Beyoğlu ile Karaköy arasında hizmet veren Tünel ile ne zaman geçsem resmen tarihe yolculuk yapıyorum. Çocukluğumda tünelin tam üzerinde bir evde yaşadık, geçerken bina hafif sarsılır, sesi gelirdi yukarılara kadar. Eski ahşap evler, hala duruyor ama harabe, İstanbul izlenimlerimi de yazasım var.
Gelirken görmüştüm Musee des Arts decoratifs’i, gittiğimde kapanmasına sadece bir saat kalmıştı, bir bölümüne yetti vaktim. İslamic eserlerin olduğu kısmı tercih ettim, ışıltılı takılar, çeşitli taçlar vardı aralarında. Cafe’de saatler uçup gitmişti... Eee bugün Boğa burcunda ay tutulması var diyordu astroloğumuz sevgili Aytaç, boğa keyfi sever...
Buradan çıktığımda hava kararmış ama canlılığından hiç birşey kaybetmemişti Tuileries bahçeleri, neşeli kahkahalar, sohbetler, yürüyüşler devam ederken ışıkları da yanmıştı dönme dolabın ve ağaçların arasından üst kısmı görülebilen Eiffel Kulesinin...
Bu kuşlar üstadım, bu kuşlar hiç mi yorulmazlar...
Şimdi yine Concorde meydanına doğru adımlamak zamanı, süzülürken yeşil ördekler suda.
Hiç yıldız yok bu gece, birisi hepsini mi toplamış, yoksa henüz bastırmamış mı bu gecenin alaca karanlığı...
Bu iki ördeğin derdi de ne ki canım, koşar adım gider bir sağa bir sola...
“Bi dakka” nereye gidiyorsunuz, daha dünyanın en büyük ve zengin müzesi olarak kabul edilen Louvre müzesini anlatmadım. Tuluires bahçeleri tam da Louvre’ın önünde uzanıyordu onun ihtişamını tamamlarcasına. Hani Leonardo Da Vinci’nin 1500’lerde yaptığı dünyanın en ünlü tablosu Mona Lisa’nın da içinde bulunduğu müze. Türkiye’den gelen Kütahya İznik çinileri, halıların, vazoların, Mezopotamya’dan, Mısır’dan gelen eserler, mumyaların da sergilendiği. Mumyalar deyince 1997 yılındaki Mısır seyahatimde, Kahire müzesinde görmüştüm saçları tırnakları hala üzerinde duran mumyaları.
İki kez ziyaret etmiştim müzeyi, bu seferinde çevresini yaşamaya gelmiştim, öyle de yaptım.
Oralarda gezinirken düşünmeden edemedim, kimbilir Nazım Hikmet’te tam buradan geçmiş, burada oturmuş, belki de ünlü sanatçımız Abidin Dino’ya “sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” diye burada sormuştur. Paris hep yazar, ressam ve müzisyenlerin cazibe merkezi olmuş, sanatçılar ünlü cafeleri doldurmuş. Saffet Emre Tonguç’un dediği gibi Ernest Hemingway de solumuş buranın havasını Picasso da Matis te....
Haftaya Monmartre, Ressamlar Tepesinde buluşuncaya kadar hoşçakalın..