Bir Göcek Yayla Göçeri Paris'te -3-
GARNIER OPERA Yok yok daha fazla sabredemeyeceğim onun büyüsüne kapıldım bir kere. Bir başka hareketli idi bu akşam, bir filmin en güzel sahnesini, şöleni andıran haliyle. Girişine konan iki taraflı canlı çiçekleri, kırmızı ışıklarla aydınlatılmış balkonları, kapıları ile yine 1800’lere götürüp, orada bırakıvermişti beni sihirli atmosferin ortasında. Sırtlarında müzik aleti, sanatçılar birer birer gelmeye başlamıştı...
Derken başladı klasik müzik açık alanda, bu davetlileri geçirmek içindi herhalde. Kırmızı elbisesi, kırmızı ayakkabıları ile gelen kadın, önce operanın fotoğraflarını çekti ardarda, sonrasında dar pantolonu, blazer ceketiyle dikkat çeken erkek arkadaşının elinden tuttu sıkıca. Birlikte tırmandılar merdivenleri.
Sağdan soldan yerlere kadar uzanan elbiseleri ile şık kadınlar, bir o kadar şık beyler de bu görüntünün figüranı gibiydiler. Sarhoş olmuştum. Her tarafta siyah maskeli, siyah takım ve paltolu güvenlikler, birazdan içeride yapılacak suikastın habercileri miydi yoksa, değildi tabiki. “Privilige” bugün özel organizasyon diyerek izah etti, aralarındaki en güleryüzlüsü.
Bu ihtişamlı bina, heykeller, ışıklar, müzik soğuğu hissettirmez olmuştu bana ve etrafını saran onca insana. Benim gibi oradaki herkesin kalbi de açık kapısından görünen renkli ortamda bulunabilmek için atıyordu...
Dıştan böyleysen kimbilir içten nasılsındır şimdi. Sahneye hakim localarından heykelleri, avizeleriyle gözler önündeki salonundan etkilenmemek mümkün müydü acaba. Şaşaalı kıyafetleri, bukleli sarı saçlarıyla elindeki dürbünü gözüne doğru yaklaştıran bu soylu da kimdi? Bütün gözler onun üstündeydi. Ohh, Charles Garnier Operası sen nasıl bir şahasersin beni çok heyecanlandıran..
Günün her saati onca insanı önündeki merdivenlerde oturtup hayatı seyrettiren...
Harikasın Garnier müthiş bir iş çıkarmışsın, O bu operaya adını veren genç mimarı. Alkışı hakediyor ah bir görseniz, Barok tarzının en güzel örneklerinden birini inşa etmiş. 2200 kişi kapasitesinde, 172 metre uzunluğunda, 125 metre genişliğinde ve 73.6 metre yüksekliğinde görkemli bir bina. Napolyon emretmiş o da yapmış, ailesiyle birlikteyken Operanın yakınlarında suikast düzenlenince, burada yapılmasını istemiş, diye okumuştum kaynaklarda.
Yine 1800’ler, binanın yapılışı diyorum, herkes te o yıllarda, Empresyonistler, Eiffel kulesini inşa eden mühendis Eiffel, operanın mimarı Garnier...
Evet evet ben o yıllarda kalayım ışınlanmışken. Nasıl bir enerji, nasıl bir şehir bu Paris, kucaklıyor adeta. Sağda solda herkes huzur içinde..
Tam bir sihir, gel de şimdi büyülenme...
Ertesi sabah neşeyle koyuldum yola, on dakikalık bir yürüyüşle Charles Garnie operasında olacaktım. Doyamamıştım dün akşamki müzikli ve ışıklı, çiçekli büyülü görüntüsüne, bu akşam içerideki müthiş atmosferde opera dinlemeyi kafama koymuştum. Ne giyeceğimi bile tasarlamıştım kafamda, ee tabi herkesin çok şık gittiği geceye öylesine alelade bir kıyafetle gitmek olmazdı. İnadına kocaman açmış sarılı pembeli bazısı sapsarı güller satın alıyordu pembe renkli uzun mantolu kadın. Çiçek alan bir ruh, ne de hoş, ne de mutlululuk verici idi görmesi bile.
Saint-Lazare tren istasyonu ardında görünecek şekilde, hafifçe dönerek çektim fotoğrafını, içimi gülümsetmişti bu. İçin için kızıyordum kendime, daha erken kalkmalıydın, geç kaldın diye. Operanın önüne geldiğimde büyük bir kalabalık görevlilerle aralarında demir kapı ardında konuşuyordu, belli ki kapalıydı. Temiz yüzlü Fransız gencin yanına yaklaşıp akşama Opéra dinlemek istediğimi belirttim. Diğer görevlilerin hayır girmesi yasak demesini dinlemeden aldı beni içeri, tarihi binanın holünde yürüyorduk.
Bastille diyordu, orada dinleyebilirsiniz. İçerinin şaşaası gibi olmasa da giriş kısmı da düzenli idi, kırmızı kadife bir koltuk ardında, duvarda tarihi heykelimsi detaylar, içeri doğru bakınca merdivenler görünüyordu. İster ziyaret ediyor, ister bilet alıp akşam Opéra dinliyordun. Önceki gelişlerimde içini gezmiştim, yüksek balkonlardan salon tüm ihtişamıyla gözler önündeydi. Buradaki ilk gösterinin beş gün sonra olduğunu duyunca hayallerim yıkılmıştı.
Bastille’de bir Opéra daha olduğunu orada öğrendim, istersem oraya gidebileceğimi söylediler. Ama gün içinde de göreceğim gibi modern bir bina idi burası. Ben bu tarihi binanın atmosferini yaşamak istiyordum, olsun bir dahaki geliş için bir sebebin var diyerek teselli ettim kendimi. “Kul pilan yaparken kader gülermiş” Hz. Mevlana. Eee şimdi ne yapacağım, ünlülerin ressamların olduğu anıt mezarlık veya sanat galerileriyle çevrili Bastille’e gidebilirdim. İkisine de gitsem diye düşünüp sordum, kahvesini yudumluyordu. “Öğrendim ki, hiç bir yere geç kalmıyorsun, olman gereken saatte oluyorsun sadece...” neden böyle söylediğimi anlatacağım. Kahvesini yavaşça bıraktı yanına, üşenmeyip her birini metro haritasından bularak, hangi duraklarda inip bineceğimi, hangi yöne gideceğimi işaretleyip resimlerini çekip, birer birer gönderdi telefonuma.
Operaya yürüme mesafesinde bir meydanı görmemi de şiddetle tavsiye etti, Vendome meydanı, dönüşte tekrar buraya geleceğimden akşama giderim dedim. Teşekkür ederek Opéra metrosuna doğru yürüdüğümde gördüm kalabalığı, polisler şeritlerle kapatmıştı, geçiş yoktu metroya.
Meşhur Cafe De Paix’in karşısındaki dört-beş katlı tarihi bina yanıyordu, itfaiye arabaları, polisler vardı her tarafta. O sırada arkamdan koşup seslendi, polise Fransızca metroya girip giremeyeceğimi sordu, iri yapılı, siyahi polis kadın Opéra metrosunun kapalı olduğunu söyleyerek, bir sonraki metro durağını tavsiye etmişti. Öğrenince buranın kapalı olduğunu diğer durağı tarif etti bana, hangi köşeden döneceğim derken ki kararsız ifademi farketmiş olacak ki, ben oraya kadar eşlik edeyim sana dedi. Nasıl da sihirli insanlar var bu dünyada.
Birlikte ilerlerken bir uçak yapım firmasında çalıştığını, altı yıldır Paris’te yaşadığını öğrendim. Ben de bugünümü Paris’te gezinmeye ayırdım deyince, sevinç şaşkınlık karışımı ile, gerçekten mi diye haykırdı birlikte devam edebiliriz deyişime.
Önce Pere-Lachaise mezarlığına gittik, birçok zaman evde sesiyle günümü renklendiren Edith Piaf’ın mezarı yanısıra, iki Türk Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını da ziyaret etmek istediğimi söyledim. Metronun hemen çıkışında idi, bahçe kapısından giriverince altın sarısı yapraklarla bezenmiş iki ayrı yol görünüyordu. Girişteki haritayı dikkatlice inceleyerek notlar almıştı, sağlı sollu birbirinden çok farklı anıt mezarları inceleyerek yürüdük. Giderken Karacaoğlan Ailesi yazan bir mezarı da hayretle gördüm. Sokak numaraları ile bölünmüştü bu devasa mezarlık, bir milyon kişi varmış. Tam dokuz kilometre yol kaybedecektik içinde. Karşıdan gelen iki Fransız gence Edith Piaf’ın mezarını sorduk, ama tam orada Ahmet Kaya’nın mezarının olduğunu öğrendik. Yolda gelirken neden hiç çiçek yok bu mezarlarda deyip hayretini dile getirdi. Heryeri çiçeklerle donatılmış mezara baktığımda Ahmet Kaya olduğunu gördüm, o da çok şaşırmıştı bu kadar çiçek olmasına, ayak ucunda uzunlamasına bir canlı çiçek aranjmanı üzerindeki yazıyı okudu, önünde duran Fransız bir çift Paris Belediye başkanından diye. Başucundaki büstün ağzının burnunun kırıldığını üzülerek gördüm, bir mezara saldıracak kadar nefret anlayabileceğim birşey değildi. Edith Piaf’ın mezarını bulmak için kilometreler katetmemiz gerekti. O yolu iki Fransız gence sorarken gördüm, mezarının üst kısmındaki kocaman büstünü, elinde paleti ve fırçasıyla, bu bir işaret tesadüf olamaz, incelemeliyim bu ressamı bana mesajı var dedim oradakilere...
O arada açıp gösterdiler ünlü eserini, Medusa’nın Salı tablosunu görünce tanımıştım, romantizmin ikonlarından, Fransız ressam Theodore Gericault’tu bu. Buradaki ressamların mezarlarını da görebilir miyiz dedim heyecanla. Haritada Seurat’ın ismini görünce çok heyecanlanmıştım ve işte önünde idik. Son olarak Yılmaz Güney’in mezarına geldik. Kapının hemen girişinde olduğunu orada tanıştığımız biri Fransa’da diğeri Gaziantep’te yaşayan Türk kuzenlerden öğrendik, güzel sohbetle yolda eşlik ettiler bize. Ya hep diyorum ya “Yolda” herşey, herkes yoldaydı....
Bastille ulaştığımızda meydanda bir anıt, solumda Bastille Opera binası karşılıyordu bizi. Orada güzel bir Cafe’de kahve molası vermiş, kahvemizi çikolata ve kek eşliğinde tatlı bir sohbetle yudumlamıştık keyifle. Yeğenim Ege okuma yazma öğrendiğinde bir mektup postalamıştı bana, mektubun bir yerinde yazdığı “Oh Keyfime” sözcüğünü çözmek günler almıştı, işte öyle, Oh keyfime dedim bende.
Paris Cafelerinde en sevdiğim şeylerden biri de sandalyelerin yanyana yolu görecek şekilde dizilmesi, şehrin canlılığına dahil hisettiriyordu bu, Paris’in yaşayan sokakları ile içiçe. Sanat galerilerinin de olduğu çok zengin bir muhitti burası. Bologna’daki gibi revakların altından geçiyorduk. Bir tarafından bulunduğu binaya dayalı, ön cephesi açık, üstü örtülü, sütunlar ve payelerle taşınan revak geçitler. Yine aklımı başımdan almıştı her bir galeri, içindeki birbirinden değerli sanat eserleri ve sanatçılarıyla.
Günü Vendôme meydanının aklı başından alan büyülü atmosferinde tamamladık. O sırada geçti masallardaki gibi beyaz atlı bir araba, siyah şapkası ve pelerini ile sürücüsü üstünde. Ama içinde Cinderella yoktu.
Normandiyalı genç bir pilottu Celina, yüreğime işledim...