Bir Göcek Yayla Göçeri Paris'te -1-
Paris Sanatın Şehrinde
Bırakın beni 1800'lerde kalayım, tuvalim, fırçalarım, paletim, rengarenk boyalarım, Monet, Renoir, Seurat, Cezanne, Degas, Manet, Pissarro, Sisley, Signac ile...
Kulağıma fısıldarken Gülüm, Paris şiirini, eliyle işaret ediyordu empresyonistleri, ben getirdim şimdi sıra onlarda diyordu Nazım Hikmet muzipçe. Paris, Paris sen sadece aşkın değil sanatın da şehrisin, büyülü diye bağırdım müzenin penceresinden, iki kolumu havaya kaldırarak. Monet'in doğa resimleri, fırça darbeleri, Renoir'in renkleri, Degas'ın balerinleri, sokaktaki insanları, Pissarro'nun “hayatın neresinde olursa olsun” resimleri başımı döndürmüştü. Noktacılık tekniğiyle çalışan Seurat'ın eserlerini ismine bakmadan tanıdım...
Gustav Klimt'in Kiss eserini çalışırken öğretmişti bana canım Emel Kıbıcı Hocam, ah ahh bilseniz nasıl bir mutluluk doldurdu içimi...
Bu bohem yaşam süren, tuvalini beyaza boyayıp, doğayı ve gördüklerini, gördüklerinin kendilerinde bıraktıkları hisleri, izlenimleri resmeden genç sanatçılarla yaşayıp gideyim şu hayatı. Bu sefer görmeye değil yaşamaya geldim zaten Paris’i. Bu Yıldızlı Gece mi, Van Gough’un, evet, gel de git şimdi...
Ama akşam da bale gösterisi var, gitmelisin. Görsel bir şölendi bu, adeta büyülenmiştim, sert fırça darbelerinin resme kattığı doku, renklerin çeşitliliği, canlılığı, pastel renkler, mistik hava sarmıştı ruhumu tamamen. Baharın iç açıcılığı, baharı müjdeleyen doğa resimlerini görmenin keyfi, açık havada olmak kadar coşturuyordu. “Kuşun öttüğü gibi resim yaparım ben” demiş Claude Monet. "Bir manzara resmi ise içinde gezip dolaşmak, bir kadın resmi ise sırtını okşamak isteğini uyandıran tabloları severim. Bununla birlikte doğanın yansılamasının durması gerektiği bir nokta vardır." dediği gibi Auguste Renoir’ın...
“Bu çocuklar için” diyordu satıcı, 13 Empresyonist ressamın kitabını aldığımda, “İstiyorum” dedim gülerek. Renkliydi çok... Renk bir zevk ve duygu işi. Şimdi kahvem elimde nefes alırken, heyecanla aldığım kitapları karıştırıyorum...
Café Guerbois Paris'de empresyonist ressamların toplandığı Cafe imiş, o zamanlar Paris'in kuzeybatısındaki Montmartre semtinde yaşayan ressamlar her cuma günü Café Guerbois'de buluşurmuş. Cuma günü gitsem onları orada bulur muyum acaba. Peki kimdi bu Empresyonistler yani İzlenimciler...
19.yüzyılın son çeyreğine doğru, bir grup genç sanatçı doğaya ve caddelere çıkmıştı, nerede güzel bir ton bileşimi, renkli gölgelerin ve güneş ışığının içiçe oluşturduğu ilginç bir konuyu bulsalar, hemen sehpalarını oraya kurup, izlenimlerini tuvale aktarıyorlardı. Kırları, ormanları, nehir ve deniz manzaralarını, açık havadaki piknik, gezintileri canlı ve parlak renklerle resmediyorlardı. Düşünsenize cümbüşü, renklerin harmonisini, sanki bir sehpa da ben almış onlarla günün her saati fırçalarım ve boyalarımla kayboluyordum. Ha bu arada ilk kez tüp boya kullanılmaya başlanmış. Açık tonlu, renk renk tuvaller ortaya çıkmış, perspektifi hatta simetriyi hiçe sayan, bazen de nesnelerin şeklini kasten bozan sanatçılarla. Fırça darbeleri bile değişmiş, hızlı, kısa fırça darbeleri, yerinde vuruşlarla, an’da...
Anlık değişimleri yakalamak için çabuk hareket ediyor, ışığın, güneşin nesneler üzerindeki anlık renklerini resmetmeye çalışıyorlardı. Monet’e göre resim başlandığı yerde bitmeliydi. Günün değişik saatlerinde ışığın nesneler üzerindeki biçim ve renk değişikliklerini yakalamayı başarmışlardı. Ne müthiş! Aynı yerde, günün ayrı saatlerinde çalışılan iki resim arasındaki farklar gözler önündeydi. Fransız ressam Claude Monet’in başkent Paris'e 73 kilometre uzaklıktaki Giverny kasabasındaki bahçesinde nilüferler ve ünlü Japon köprüsünü defalarca, günün her saati resmetmesi bunu açıkça gösteriyor. Son otuz yılını burada geçirmiş ve en değerli eserlerini burada yapmış, şimdi ben de bu bahçede gezintiye çıkıyor, ayrılmak istemiyordum buradan hayallerimde, sonradan öğrendim ki ziyaretçilere açıkmış, bir gün mutlaka. Bi de gördüklerini olduğu gibi değil de kendi özlerinden süzerek yansıtıyorlardı ya, doğanın muhteşemliğini, mucizelerini, ışığın iklimlerle gelen anlık değişimlerini. Doğa başkalaşmıştı ellerinde. “İnsanın söyleyecek bir şeyi olmalı. Yoksa olmaz. Her şeyden çok resmi sevmeyince insan ressam olamaz. Hem sonra mesleğin inceliklerini bilmek de yeterli değildir. Duygu ve çoşku da gerek..
Bilim çok iyi ama bizim için imgelem daha da gereklidir." demiş ya Edouard Manet. En güzeli de kapalı atölyeleri terketmişlerdi ya, evren atölyeleri oluvermişti bir anda. Yani sanatçılar özgürdü, heryerde idi artık ve hislerini yansıtıyorlardı resimlerine. Özgün çalışmalardı herbiri ve her bir sanatçının farklı dünyası yansıyordu bu resimlere. Açık havada duyulan hissin önemli olduğunu, yerinde edinilecek izlenimin tesirli oluşunu keşfetmişlerdi bir kere. Claude Monet, Edouard Manet, Pierre Auguste Renoir, Edgar Degas, Alfred Sisley, Georges Seurat, Paul Cezanne, Vincent Van Gogh, Paul Gauguin , Toulouse Lautrec Cafe’de buluştuklarını hayal edin, o derin sohbetleri ve bir de şakalaşmaları, ama bazılarının psikolojisi pek de iyi değilmiş hani. Örneğin Van Gogh’un çalkantılı, yoksul hayatı ve trajik sonu gibi. Dünyaca ünlü “Starry Night” “Yıldızlı Gece”, o sonsuzluk hissi veren muhteşem eseri akıl hastanesindeki odasında yapılmış. “Kırmızı ve yeşille korkunç insan tutkularını anlatmağa çalıştım." demiş Vincent Van Gogh bir keresinde. Kendini göğsünden vurduğu söylenen bu izlenimci sanatçı Fransa'nın kuzeyinde Auvers-sur-Oise köyünde Auberge Ravoux'daki odasında ölmüş. Mezarı resimlerini çizdiği ayçiçek ve buğday tarlalarının hemen yakınındaki Auvers-sur-Oise’da, ondan sadece bir yıl sonra ölen, hayatı boyunca ona destek olan sanat simsarı kardeşi Theo Van Gogh ile yan yana. Sanatçının Paris’in kuzeyindeki bu mezarına yılda 200 binin üzerinde ziyaretçi uğruyor, mezarın başına ayçiçekleri ve buğday taneleri bırakıyorlarmış. Neyse nerden geldik buraya, sıyrılalım hemen karanlıklardan, aydınlağa... Zıtlıklar, ying yang, hemen şekli geldi gözümün önüne, daire şeklinde bir tarafı simsiyah iken bir tarafı beyaz. Hadi açık havada olmanın keyfini hayal edelim, hissedelim birlikte, bahşedilen o müthiş yetenekle, nesnelere kattıklarıyla yarattıklarına dönelim. İşte bugün birçok müzede sergilenen o muhteşem eserler böyle doğmuş, bıkmadan usanmadan, vazgeçmeden devam etmişler yoklukla yoğrulsalar da!..
Paris sanatın merkezi, Fransa’da kural ve ölçü anlayışına sahip güzel sanatlar akademisi, oldukça tepki göstermiş tabii bu harekete. Akademisyenler resimde asıl önemli olanın çizim olduğunu, rengin resme sonradan dahil edilen birşey olduğunu savunuyorlarmış. Halbuki izlenimciler için önemli olan ışık ve renkti. Hüznü, sevinci bir bakışta okunabilen porselen suratlar, asalet, masumiyet, kusursuz saç telleri, ifadeli gözler, parlak elbiseler ve takılar, pürüzsüz lekesiz görünen resimlerdi kabul gören o tarihlerde. Bu resimlerin ardında görünen mekanlarsa, sadece bakışın derinliği için vardı. Tabii o tarihte resimler salonda sergileniyor, sonuçta izlenimci genç sanatçılar salona kabul edilmemişler, resimleri akademi tarafından reddedilmişti. Bu sanatçılardaki cesarete bak, bugüne kadar öğrendiklerini yıkmış, yoketmiş, unutup yeniye geçmeyi nasıl da göze almışlar. Düşüncelerindeki esneklik nasıl ilham verici, anı yakalama çabası da çok etkileyici değil mi? “Şimdi ve An’da olmak” günümüzde de en popüler kavramlardan biri değil mi? İçinde bulunulan anın bilincinde olmak, istense de o anın dışına çıkamamak. Keşke hep mümkün olabilse. Akademi tarafından reddedilen empresyonistler 1.874 yılında Paris’te açtıkları sergi ile resim sanatına karşı devrim gerçekleştirmişlerdir.
Sergiye gelen ziyaretçiler onların resimleriyle alay etmiş, gülmüşler. “Onlara göre Renuar’ın insanları oluşumunu henüz tamamlamamış gibi duruyor, Pisarro’nun atlı arabaları ve yayaları dikey lekeleri andırıyor, Seurat’ın bahçıvanı ve orakçısı boyaya batmış gibi görünüyor ve Cesane’nın balıkçılarının da ne yaptığı pek anlaşılmıyordu.” yazıyordu bir kaynakta, bak şimdi bu da beni güldürdü. Sergi başarısız olmuş, sanatçılar zor durumda kalmışlardı. Monet ve Pissarro öyle fakirleşmişler ki boya ve tuval alamaz duruma gelmişler, yine de azimle yollarına devam etmişler, vazgeçmemişler. Bu tabloları gülünç bulan bir eleştirmen tüm bu sanatçılara “Empresyonistler” demiş. “Gelincikler“, seri halde yaptığı “Parlamento Binası“ eserleriyle de tanıdığımız Claude Monet’in ““Impression, Sunrise“ yani “İzlenim, Gündoğumu” adlı eseri de yeralmıştı bu sergide. Monet bu akıma eseriyle ilham kaynağı olmuş, bu eseri döneme adını vermiş. Tıpkı fotoğraf gibi belli bir anı yakalayan, zamanın her an değiştiğini, ve her değişimin farklı bir görüntü sunduğunu gösteren bu resimler sadece birer izlenimdi. Ve her izlenim, görmeden çok algılamanın bir sonucuydu.
Ayrıntılarını görerek hayran olmak için değil bütününü izleyerek, algılamak için bakmalıydık. Eskilerin tersine yakından değil, uzaktan bakıldığında tüm karmaşık lekeler mucizevi bir şekilde birdenbire yerlerine oturuyordu. Monet’in doğmakta olan güneşi yakından portakalı andırırken uzaktan sabahın en güzel izlenimini sunuyordu bize. Tabii herkesçe gülünç bulunan bu resimlerin rönesanstan sonraki ikinci devrime imza atacağını kimse bilemezdi. İzlenimcilik tüm Avrupa’yı etkileyen bir sanat akımıdır. Bu sanat akımı edebiyat başta olmak üzere tüm sanat dallarını da etkilemiş.
Bak şimdi; çok mu bilgiye boğdum sizleri diye de endişeye düşmedim değil hani. Ama Empresyonist akımdan etkilenen sanatçılardan söz etmişken İbrahim Çallı’mızı eklemeden geçemedim ve de Hikmet Onat’ı. Çallı şimdiki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan, dönemin Sanayi-i Nefise mektebine girerek altı yıllık okulu üç yılda bitirmiş. Paris’te Van Gogh’u da yetiştirmiş olan Fernand Cormon’un atölyesinde dört yıl eğitim almış. Eserlerinden bazıları; Manolyalar, Adada Sabah Gezintisine Çıkan Kadınlar, Balıkçılar. Konu konuyu getiriyor, hani Toroslarda Denizi Gören Eren tepesinde bahsetmiştim ya, bir tarafı Eren dağı bir tarafı Çal dağı diye ve orada dilek dilemiştim. İşte İbrahim Çallı orada, Denizli’nin Çal ilçesinde doğmuş, soyadı da ordan geliyormuş. Bakın bu da yolun empresyonistlerle kesişeceğini söyleyen başka bir işaret miydi yoksa? Ben de dış dünyanın şiirselliğini an’da izliyor, ruhumdan akan izlenimleri yansıtıyordum kendi kalemimden, dönüşümde fırçama da yansıtacaktım bunu. Monet’in Şemsiyeli Kadın resminden esinlenip özgün bir çalışma yapmayı da kafama koymuştum. Kendimi bulmak için çıktığım yolda yaptığım da izlenimcilik değil mi, Toros dağları kimine göre kaya parçası iken, seyrederken ben görünenden çok fazlasıydı süzülürken kelimelere ruhumdan. "Hiç bir zaman aramayı durduramazsınız, çünkü hiç bir zaman bulamazsınız." demiş Pablo Picasso. Nasıl da hislerime tercüman oldun Pablo....